Abdullah'ın oğlu olan Muhammed, 570'de Mekke'de doğmuştur.
O, sahte peygamberlerden sadece olağanüstü dini ve ahlaki duyarlılığı ve davetinin evrensel önemi/içeriği ile değil, karakterinin merkezi bir özelliği olan samimi bir ihlas sahibi olmasıyla da ayrılır. Peygamberlik görevi onun sadece bir hobisi ya da işi değil, tüm hayatı olmuştur.
[Ey Muhammed] De ki. benim namazım ve kulluğum. yaşamam ve ölümüm, hepsi, sadece Alemlerin Rabbi Allah içindir. (6: 162).
Hz. Muhammed'in tüccar olan babası doğmadan, annesi Amine ise altı yaşında iken ölmüştür. Kureyş kabilesinin Beni Haşim kolunun ileri gelenlerinden nüfuz sahibi, fakat nisbeten yoksul amcası Ebu Talib kendisini büyütmüş, korumuş -yeğeninin inancını kabul etmemiş olmakla beraber- görevinde/risaletinde düşmanlarına karşı sürekli ve korkusuzca onu savunmuştur .
Onun, 610 yılında, kırk yaşında peygamber olarak görevlendirilmesine kadar olan hayatı hakkında çok az şey bilinmektedir. Kur'an ve Peygamber'in çağdaşlarının ifadelerine göre, huy olarak; düşünceli, içine kapanık. sıkılgan, 'mesafeli ve derin düşüncelere dalan bir kişi olduğunda şüphe yoktur. Gençliğinde el-Emin (güvenilen kişi) olarak adlandınlmıştır ki, bu lakab dürüstlüğünün ve ahlaki duyarlılığının bir göstergesidir. Yirmi yaşlarında, zengin bir hanım olan Hatice'nin Suriye ticaret kervanlarının ve işlerinin başına geçti. Hatice dürüstlüğü ve kabiliyetinden çok etkilendiği. bu kişiye evlilik teklif etti. O yirmibeş, Hatice ise kırk yaşında idi. Evlendiler. Bebekliklerinde ölen üç oğulları ve dört kızları oldu. Kız çocuklarından en küçüğü Fatıma, kendisinin amca oğlu Ali ile evlendi. Hatice'nin ölü-münden uzun bir süre geçip, 50 yaşına gelene dek tekrar evlenmedi, Daha sonraki evliliklerinden de hiç erkek evladı olmamıştır. Kıpti Hıristiyan cariyesi
Meryem l Mariya bir erkek çocuk doğurmuşsa da yaşamamıştır.
Hatice ile evlenmesinden bir müddet sonra, Hz. Muhammed, Mekke'nin biraz kuzeyine düşen Hira Mağarasına gidip gelmeye başlamıştır. Burada günlerini, bazen de haftalarını, yalnız başına , dua/yakarış ve tefekkürle geçiriyordu. Hiç şüphe yok ki o; kainatın Mutlak Yaratıcısı ve Hakimi olan Tanrı hakkında ve alemde olup-bitenler üzerinde düşünüyordu. Bunlar bilhassa toplumun beşeri sorunları idi: Sosyo-ekonomik eşitsizlik, hileli ticari uygulamalarla kazanılan zenginlik, bu zenginliğin fakir, yetim ve mazlumlara harcanmayıp sorumsuzca heba edilmesi.
Kırk yaşında. bir gece Hira Mağarasında derin bir tefekkür ve teemmül içinde iken [Hz] Muhammed, Cebrail adlı bir vahiy elçisi tarafından Allah 'ın elçiliğiyle görevlendirilmiştir. (Bu gece, daha sonra, "Allah tarafından bütün önemli hikmet meselelerinin karara bağlandı-ğı" [44:3-6] Kadir Gecesi olarak kutlanılmaya başlanmıştır). O, ilahi elçiyi ru'yetinde "en yüksek ufukta" görmüştür. Bu ani ruhsal infiIakı yaşarken, tamamen halden takatten kesilir; titreyerek ve terler dökerek eve gelir. Karısı kendisinin iyi bir insan olduğunu, şeytani bir ruh tarafından zaptedilmiş olamayacağını, mutlaka ilahi vahye mazhar olmuş olacağını söyleyerek onu teskin ve teselli eder. Hz Muhammed bir
daha asla mağaraya geri dönmez; tarihi görevine başlamıştır artık. Bu islamiyetin din olarak başlangıcıydı; toplum ve devlet olarak İslam ise vahyin daha ileri bir döneminde başlayacaktı.
O'nun ilk daveti ailesine, kendi kabilesine ve yakın arkadaşlarına olmak üzere özeldi. Bu dine ilk girenler karısı Hatice ve amcaoğlu Ali olmuştur, Genelde takipçileri; aralarında Ebu Bekir gibi hali vakti yerinde tüccarlar da olsa , hakları ellerinden alınmış mazlum ve yoksul halk kitleleri ve Osman Bin Maz'un gibi uzun zaman dinsel arayış içinde bulunan kişilerdi.
Fakat üyeleri Mekke Yüksek Şehir Meclisi'ne hakim olan tüccar asiller sınıfı ve bunların etkisinde bulunanlar yeni öğretiyi/dini hemen reddettiler. Onlar bu öğretiyi iki ana menfaatlerine karşı bir tehlike olarak görüyorlardı: Puta tapma ve sosyo-ekonomik imtiyaz, Kur'an şunları emrediyordu:
1) Mekke oligarşisinin dini ve ekonomik menfaatlarinin bulunduğu puta tapmayı (Kur’an'ın deyimiyle şirki,
başka şeyleri A1lah'a eş koşma’yı) terk etmek ve
2) Yoksullar için sosyal ve ekonomik adaletin sağlanması; Mekke oligarşisi bunu da, kendi kazandıkları ve istedikleri gibi harcayabileceklerini düşündükleri mal-mülkleri üzerinde adaletsiz bir vergi olarak algılıyordu.
İki yıl sonra, davet açıktan açığa yürütülmeye başlayınca, bu dline karşı güçlü bir muhalefet ortaya çıktı ve Müslümanlar bir çok zulümlere uğradılar, Mekke'nin ileri gelenleri, Ebu Talib'i ya yeğenini bu görevi bırakması ya da onu korumaktan vazgeçmesi konusunda iknaya çalıştılarsa da başarısız oldular, Hac mevsimindeArap kabile reisleri arasında Peygamber aleyhine bir propaganda başlattılar; fakat bu hareket sadece [Hz,) Muhammed'in adının ve risaletinin Arabistan'da daha yaygın olarak bilinmesine vesile oldu, Kur'an'da geçen bir çok ayetten de anlaşılıyor ki bir kurtarıcı (mesih) peygamber beklentisi içinde olan ve bu yeni dini kabul eden bazı Yahudi ve Hıristiyanlar da bulunmaktaydı. Hatta bunlar şiddetli muhalefet ve kan bağı esasına dayalı kabile toplumlarında felakete yol açabilecek aileler arası dini bölünmeler yüzünden Peygamber tereddüte düştüğünde bile onu vazifesine teşvik etmişlerdir.
Güçsüz taraftarlarına sistematik bır zulüm uygulanması sonucu [Hz) Muhammed onlara geçici bir süre için Habeşistan'a göç etmelerini öğütledi ve bazıları 615'te buraya göç ettiler. Bununla beraber bu arada İslamiyet, bünyesine güçlü ve etkili isimler de alıyordu, bunların en önemlisi daha sonra İslamiyetin ikinci halifesi olacak olan Ömer bın Hattab idi. Bu olaylar karşısında paniğe kapılan Şehir Yüksek Meclisi, Peygamber'in kabilesi olan Beni Haşim'e boykot uygulamaya karar verdi.
Her ne kadar büyük ızdıraba sebep olmuşsa da , bu dışlama asla tam manası ile başarılı olamamış, Beni Haşim'e akraba olan diğer kabileler yiyecek ve diğer yardımlarını esirgememişlerdir. Üç yıl sonra boykot gücünü yitirip kırılmıştır.
Mekkeliler, [Hz) Muhammed'i susturamayacaklarını ve ortaya çıkan hareketi yok edemeyeceklerini anladıklarında uzlaşmayı önerdiler. Aşağı sınıflara mensup taraftarlarından ayrılırsa onun dinine katılacaklardı. Çünkü, özellikle diğer Arap kabile liderleri Peygamberi ziyaret ettiğinde bu tür insanlarla birlikte Peygamber'in yanında [eşit bir şekilde bulunmaları Mekkeliler açısından yakışık almayacaktı. Fakat Kur'an, Elçiyi şöyle uyardı.
Yalnızca O'nun rızasını kazanma arzusuyla sabah akşam Rablerine dua ve ibadet edenleri terketme; olur da onları bir tarafa atarsan zalimlerden olursun (6:53; 18:28),
Mekkeliler uzlaşma önerilerini sunmadan önce, belli başlı bazı akidelerde Peygamber ile müzakere yapmak istediler. Eğer Hz. Muhammed onların tanrılarını insan ve tanrı arasında aracı olarak kabul ederse ve belki de tekrar dirilme fikrini kaldırabilirse, onlar da Müslüman olabileceklerdi. Tekrar diriliş konusunda uzlaşma olamazdı. Aracı tanrılar konusunda ise İslami gelenek şunları söylüyor: Habeşistan'a göç zamanında, oluşum halindeki Müslüman toplum büyük sıkıntılar içinde iken Peygamber bir kez bu tanrılar lehi-ne konuşmuş, 53 .sureden uzlaşmaya [tavize) işaret eden bazı ayetler zikretmiştir. Fakat bunlar çok kısa bir süre sonra feshedilmiş; şeytani ayetler olarak şiddetle tenkit edilmiş ve şu an .Kur'an'da bulunan ayetler onların yerini almıştır
Bir çok günümüz Müslümanı (Hz! Muhammed'in bu tür sözler sarfettiği rivayetini reddeder: fakat Kur'an'ın ışığında olaya bakacak olursak bu pekala mümkün de olabilir. Çünkü Kur'an'ın standart doktrini -peygamber de dahil- hiçbir insanın şeytanın iğvasından ve hücumundan korunmuş (muaf) olmadığı, fakat Allah'ın iyi kulları söz konusu olduğunda. doğru ve gerçeğin sonunda galip gelecegi ve şeytanın iğva ve a1datmacalannın boşa çıkarılacağı şeklindedir, Diğer bir husus olarak, onların, Peygamber'den Kur'an'da değişiklik yapması isteklerine karşı Kur'ani cevap şu olmuştur:
(Ey Muhammed de ki:Onu kendi kendime değiştirmek benim haddim değildir;ben sadece bana vahyedilene uyuyorum.Eğer Rabbime itaat etmezsem müthiş bir günün azabından korkarım De ki, eğer Allah dileseydi onu size okumazdım… Bundan önceki bütün hayatımı sizin aranızda geçirdiğimi düşünmez misiniz? )(10: 15-16).
619'da hem Hatice hem Ebu Talib vefat ettiğinde Peygamber, fiziksel hayatını idame ettirmesi için gerekli tüm dünyevi dayanağı kaybetmişti. Şimdiki Suudi Arabistan'ın yaz başkenti olan komşu Taifi davasına destek aramak için ziyaret etti. Orada ona kötü dav-ranılmakla kalınmadı, taşlandı da. Taif dönüşünde Peygamber'in dudaklarında şu dokunaklı (içli) tazarru vardı:
Ey Allah'ım, biçareliğimi, darlığımı ve başka insanlara karşı değersiz oluşumu sana şikayet ediyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi, darda kalmışların, biçarelerin Efendisi mademki Sensin ve Sen benim Rabbimsin. Beni böyle kimlerin eline bırakıyorsun?
Mekkeye dönüşünde Hz. Muhammed hac için şehre gelen Arap kabilelerini ziyaret etti ve İslam'a davet için reisIeriyle görüştü. Bazıları ölümünden sonra kendileri lider olmak kaydıyla onun cemaatına katılmayı kabul ettilerse de, Hz. Muhammed bu teklifi reddetti. Bu görüşmeler sırasında Mekke'nin 250 mil kuzeyinde bir vaha olan Yesrib'den (daha sonra Hz. Muhammed oraya yerleştiğinde Medine adını almıştır) bir grup hacı ile de görüştü. Bütün taraflar için bir felaket olan kan davalarından bıkan ve meselelerini çözecek birini arayan bu Medine'li kişiler Hz Muhammed'i kendileriyle yaşamaya davet ettiler. Ondan sonra gelen iki hac mevsimi boyunca süren bir durum ve şart değerlendirmesinden sonra Akabe Antlaşması ortaya çıktı. Mekke'den Medine'ye göç 622 yılının yazında gerçekleşti. Peygamber'in kendisi Eylül 24'de oraya vardı. Hicret olarak bilinen bu tarihi göç İslami takvimin başlangıcı ve İslam toplumunun kuruluşuna işaret eder.(1)
İlk iş bir cami; İslami hayatın merkezi olan bir ibadet mahalli inşa etmek olmuştu. Medine'ye varışından sonra çok kısa bir süre içinde Peygamber, yeni gelenler ve oranın yerlileri arasında kardeşlik bağları kurdu. Bu topluluklar
muharicirun (hicret edenler) ve
ensar (yardım edenler) olarak adlandınldı. Yıllarca Medine'ye bireysel ya da küçük gruplar halinde göçler devam ederken ve ara sıra da bir Müslüman, Mekke'ye bir mürted olarak geri dönmüş olsa da, Medine artık bir Müslüman şehir, Peygamber şehri olmuştur.
Fakat şimdi de ortaya ciddi bir siyasi sorun çıkmıştır. Çünkü şu an Medine'de ikamet ediyor olsalar da Peygamber ve Mekkeli taraftarları Kureyş kabile kanunlarına göre firari ve vatan haini sayıldıkları için öldürülmeleri gerekiyordu. Bizzat Medine kendi içinde bö-lünmüştü. Medine'de Evs ve Hazreç gibi aralarında savaş olan iki kabilenin yanısıra üç tane de Yahudi kabilesi bulunuyordu. Bunlar da en küçükleri Beni Kaynuka olmak üzere Beni Kureyza ve Beni Nadir kabileleri idi.
Etnik açıdan saf ve dini bakımdan da ortodoks olan bu Yahudi kabileleri, Yahudilerin dünyaya dağılmalarından (diaspora/büyük sürgün) sonra Arabistan'a gelmişler ve kültürel olarak Araplaşmışlardı. Bir çoğu Medine civarında kalelerde yaşıyor ve ticaretle uğ-raşıyorlardı. Arap nüfus ise ziraatle geçiniyordu. Yahudiler bölünmüş olmasına ve savaşan iki Arap kabilesi arasındaki problemlerde taraf tutmalarına rağmen ayrı bir cemaat/topluluk oluşturuyorlardı.
Araplara gelince; çoğunluğu Hz Muhammed'in şehre gelişiyle veya ondan kısa bir süre sonra Müslüman oldular. Yine de, aralarında Kur'an'ın Münafık olarak adlandırdığı bir grup vardı. Bu münafıklar, neredeyse Medine lideri olmayı başaracak olan Beni Hazreç kabilesinden, oldukça becerikli ve zeki bir adam olan Abdullah İbn Übey'in adamları idi. Muhammed (sav) geldiğinde İbn Übey İslam'ı kabul eder görünmesine rağmen, içten içe de İslamiyet'i baltalamak için planlar yapıyordu. Böylece münafıklar Mekke'li putperestler ve Yahudilerle gizli bir ortaklık içinde olup, Müslümanlara karşı sürekli olarak entrikalar kurmakta olan bir tür beşinci-kol idiler. Tehlikeli oyunlarının tamamen farkında olmasına rağmen, Peygamber'in onu tam olarak "münafık" sıfatı ile yakalayamamış olması da İbn Übey'in kendini gizlemedeki başarısına bağlanabilir.
Medine'ye yerleşmesinden sonraki bir kaç ay içinde peygamber, Medine Sözleşmesi denilen belgeyi hazırlayıp ilan etti. (Batılı bilim adamları bu belgeyi Medine Anayasası olarak adlandırmışlardır). Bu Vesika şehirde ikamet eden bütün toplulukların haklarını ve sorumluluklarını bildirmiştir. Peygamber, gruplar ve kabileler arası problemlerin çözüme ulaşmasında hakem olarak kabul edilmiştir. Yahudilere dini ve kültürel özerklik verilmiş ve "Müslümanlar ile beraber bir cemaat" (Community along with muslims) olarak tanınmıştır, En önemlisi, dışarıdan gelecek bir saldırıya karşı bütün gruplar Medine'yi koruyacaklardı. Fakat bu. maddeye rağmen, hicretten az bir müddet sonra bir grup Mekke'li, Müslümanlara saldırmak için Medine yakınlarına geldiklerinde münafıklar onları sempati ile karşılamış ve misafirperver davranmışlardır.
Şunu unutmamak gerekir ki, Hz. Muhammed, Mekke'den ayrıldıktan beri, siyasetinin asıl amacı şehri islam, adına fethetmekti, Çünkü ticari ve politik üstünlüğünün yanısıra şehir, Arapların dini merkezi durumunda idi. Hicretin ilk yılı içinde Mekke'de bulunan Kabe Kur'an tarafından islami haccın merkezi olarak ilan edilmiş; altı ay kadar sonra da kıble -Kudüs yerine- Kabe'ye çevrilmiştir, Hz. Muhammed, Suriye yolundaki (Medine de bu rotada yer alıyordu) Mekkeli ticaret kervanlarına saldırıp hücumları ile onları yoruyordu. Bu saldırıların amacı sadece ganimet toplamak değil, fakat en önemlisi Mekke'yi ekonomik olarak tecrit edip islam karşısında dize getirmekti.
Müslümanların Medine'ye yerleşiminin başından beri Mekkeliler ve Müslümanlar birbirlerine karşı aktif bir biçimde düşmanca yaklaşımlar içinde idiler. Mekkeliler öç alma duyguları ile kıvranıyor ve İslamiyet'i yok etmek istiyorlardı. Müslümanlar ise Mekke'yi ekonomik açıdan sarsmaya çalışıyorlardı, Bu nokta bilhassa önemlidir, çünkü bir çok tarihçi, özellikle bazı modem batılı tarihçiler, hlcretle birlikte Mekkelilerle Müslümanlar arasındaki kavganın sona erdiğini; fakat Mekkeli kervanları saldırıları ile rahatsız edenin Peygamber olduğunu belirtirler. Bilakis en eski tarihi kaynaklar (Kur'an da dahil olmak üzere) Mekkelilerin Müslümanların Medine'ye yerleşmesinden sonra bile onları aktif bir şekilde takip ettiklerini gösterir,
İlk önemli savaş ikinci Hicri yılda (Mart 624) Müslümanların, Ümeyye oğullarından Ebu Süfyan (oğlu Muaviye daha sonra Emevi hanedanını kurmuştur) liderliğinde Suriye'den gelmekte olan, oldukça büyük ve zengin bir Mekke kervanının yolunu kesmeyi plan-ladıkları Medinenin bir kaç mil güneybatısındaki Bedir Ovası'nda olmuştur, KureyşliIer kervanlarını Mekke'den dokuz yüz ek savaşçı ile takviye etmişlerdi. Müslümanlar sadece 312 kişi olup, Kureyş ile kıyaslandığında da eksik donanımlı idiler. Fakat aralarında Kureyş'in en önemli olan 70 kişiyi öldürüp bir çok esir alarak Müslümanlar kesin bir zafer kazanmışlardır. Bazı esirler fidye karşılığında okuma yazma bilen esirler ise Müslümanlara okuma yazma öğretmeleri şartı ile serbest bırakılmıştır, Bu beklenmedik başarı Allah'ın rahmetinin ve İslam'ın doğru bir din olmasının bariz bir işareti sayılmıştır.
Bir sonraki yıl, Kureyş'liler daha da iyi hazırlanmış olarak öç almak üzere döndüler, (Silah ticareti yaparak zengin olan Medineli Yahudi şair Ka'b İbn el-Eşref, Mekkelileri öç almak için teşvik eden bir şiir yazmış, Mekke'ye gidip, Arap savaş şairlerinin geleneğine uygun bir şekilde şiirini okumuştur. Sonraları Peygamber'in emri ile öldürülmüştür) Mekkeliler ile şehir içinde savaşmayı düşünen Peygamber, çevresindekilerin ısrarlarına uyup, Medine dışındaki Uhud Dağları yakınında savaşmaya karar vermiştir.
Tepede mevzilenmiş olan Müslüman okçular Mekkelilerin yenilgiye uğramak üzere olduklarını gördüklerinde yerlerini bırakıp ganimeti paylaşmaya koştular. Böylece mevzileri bozulan Müslümanlar Mekkelilerin saldırısına maruz kalarak bozguna uğrayıp dağıldılar. Peygamber'in savaşta öldüğüne dair yalan bir haber yayıldı. Aslında iki ön dişini kaybetmişti. Mekkeliler zafer peşine düşmeyip, Mekke'ye geri döndüler. Kur'an Müslümanları acelelerinden ötürü kınamakta, fakat şu sözlerle de teselli etmektedir:
Muhammed bir Elçi'den başkası değildir; ondan önce de bir çok elçi gelip geçmiştir. Olur ya, O ölürse ya da {bir savaşta} katledilirse. topuklarınız üzerinde geri dönüp gidecek misiniz? (3: 144).
İki yıl sonra (Hicri 5./627) Ebu Süfyan, Mekkeli altı yüz süvari, bedevi savaşçılar ve Hayber Yahudilerinin oluşturduğu on bin asker ile son bir kez daha Medine'ye saldırdı. Selman adlı İran'lı Müslümanın tavsiyesine uyan Peygamber. Medine dışında hendekler kazdırarak, süvarinin ilerlemesini önledi. İstilacılar şehri kuşattılar, Kısmen Peygamber'in üstün zekası, kısmen de kötü hava yüzünden bedeviler para ve ganimet azlığı sıkıntısına düşüp sabırsızlanmaya başlayınca kuşatma kaldırılmak zorunda kalındı. Bu da Mekkeliler ile Müslümanlar arasında son silahlı çatışma idi.
Bedeviler, münafıklar ve Yahudilerin bu savaşlar süresince sergiledikleri davranışları da bir yorum gerektirmektedir . Ne zaman Müslümanlar bir savaş kazansa, bedeviler barış anlaşmaları yapıp karşılıklı yardımlaşmaya girdiler. Fakat ne zaman savaşta Peygamber'in talihi tersine dönse, bu anlaşmaları bozdular. Kur'an bu tavırlar ile ilgili çok sert tenkitler getirmiştir.
Bedeviler küfür ve ikiyüzlülükte en fazIa ısrar edenler ve Allah'ın sınırlannı ihlale en fazIa müsait olanlardır. (9:97)
Bedeviler, "biz iman ettik" derler: [Ey Muhammed] onlara de ki, "siz iman etmediniz;" onun için deyin ki, "biz sadece [görünüşte] teslim olduk." (49:14 )
İbn Ubey'in hicretten sonra, dokuzuncu yılda (631) ölümü ile münafıklar ortadan kayboldular. Yahudilerin ise, daha önce belirtildiği gibi, Mekkelilerle bağlantıları vardı ve münafıklarla ilişkileri son derece güçlü idi. Kur'an sık sık onları anlaşmaları bozmakla suçlar:
Ne zaman bir anlaşma yaptılarsa. aralanndan bazıları o anlaşmayı tek taraflı olarak bir tarafa atmadılar mı? (2: 100).
Aslında bu; Yahudilere karşı standart bir suçlamadır. Şunu belirtmemiz gerekir ki, Peygamber yukarıda bahsi geçen her bir savaştan sonra Yahudi kabilelerinden birine sırtını dönmüş ve onu sadakatsizlikle suçlamıştır. Bedir savaşından sonra, Beni Kaynuka suç-lanmış ve taşınabilir mallarını yanlarında götürmeleri izniyle sürgün edilmiştir. İbn ,Übey'in aracılığı olmasa idi daha da sert bir tedbirle karşılaşmaları muhtemeldi. Uhud savaşından sonra Beni Nadr aynı 'tavırla karşılaştı. Hayber ve Medine Yahudilerinin bilfiil Mekkeliler safında yer aldıkları Hendek Savaşından sonra da, geride kalan son kabile olan Beni Kureyza'ya takınılacak tavır konusunda Müslümanlar arasında ihtilaflar ve. farklı fikirler ortaya çıktı. Tövbe etmeyen güçlü kuvvetli erkek yetişkinler, iki tarafın da hakem kabul ettiği Sad İbn Muaz'ın kararına göre öldürüldü.
Sonraki yıl (628) Peygamber Kabe'ye hacc etmeye niyeti olduğunu beyan etti. Mekkelilerin büyük çoğunluğu buna karşı çıktı ve Müslümanları Hudeybiye'de durdurmak üzere silahlandılar. Müslümanlar savaş yerine, Haccı bir yıllığına ertelemeyi Öngören bir anlaşma imzaladılar. Anlaşmada Mekkeli mürtedlerin iadesi koşulu gibi başka önemli şartlar da vardı. Mağrur Mekkelilerin Müslümanlarla eşit şartlar altında anlaşma müzakerelerine katılmayı kabul etmesi bakımından bu anlaşma İslam açısından köklü bir zaferdir. Çağdaş batılı tarihçiler bunun Muhammed'in diplomasisinin önemli bir çizgisi olduğuna işaret ederler. Hicri yedinci yılda Hayber fethedildi; fakat Yahudilerin, ürünlerinin yarısını vermeleri şartı ile kalmalarına izin verildi.
Hicri 8.yılda (630) Mekke Müslümanların eline geçti. Böy1ece peygamberin medinedeki siyasetinin ana amacı gerçekleşmiş oldu. Mekkeliler Müslümanlarla karşılıklı yardımlaşma anlaşması olan bir kabile ile savaşıyorlardı. Müslüman ordusu Mekke dışlarına vardığında şehir kan dökülmeksizin teslim oldu. Hz. Muhammed şehre başı alçak gönüllü bir şekilde eğilmiş vaziyette ve dua ile girdi. Genel af ilan edildi. Mekkeliler İslamı kabul ettiler ve Kabe'deki putlar söküldü. Arabistan'ın her tarafından kabile elçileri gelerek islam'ı kabul ettiler. Hicri onuncu yılda (632) Peygamber son hac zlyeretinde bulundu. Burada o, tarihte meşhur dokunaklı hutbesini okudu. Hutbe, Müslümanların kardeşliğini, ırk ve renk farkı olmaksızın insanlığın eşitliğini
("Hepiniz Adem'in çocuklarısınız ve Adem de topraktandı") vurguluyor, kabilesel kan bağı yerine inanç bağını getiriyordu. Bu hutbe Peygamber'in ahlaki, sosyo-ekonomik ve dini ıslahatlarının bir özeti idi. Medine'ye dönüşünde hastalandı ve hicri 10. yılda da ahirete intikal etti.
Peygamber Hakkında Bazı Tarihsel Algılamalar
Karakterinin griftliği yüzünden Hz. Muhammed, Batılı yazarlar tarafından oldukça yanlış anlaşılmış ve kötülenmiştir. Ancak son zamanlarda karakteri ve hayatı ile ilgili daha olumlu bir yaklaşımın geliştiğini görmekteyiz. Diğer taraftan İslam geleneği, onun kişiliğini ve hayatı, başta Hıristiyanlık olmak üzere bir çok kaynaktan alıntılarla mitleştirme eğilimi göstermiştir. Böylece mesela Kur'an, Peygamber'in Kur'anla şereflenmesi dışında hiçbir mucize göstermediğini söylerken (11: 13, 2:23, 6:33-35, 17:59) ,İslam geleneği sanki diğer dini geleneklerle yarışır şekilde ona sayısız mucizeler atfetmiştir.
Kur'an'ın bazı ayetleri (17:1, 53:5-18, 81:19-24) Peygamber'in benliğinin genişleyip topyekün gerçeklikle birleştiği bır seri ruhani deneyiminden bahseder. İslam geleneği, bütün bunları önemli bir deneyimde, Peygamber'in ğöğe yükselmesi tecrübesinde birleştir-miştir ki: büyük ihtimalle bu, İsa'nın göğe yükselişine olan Hıristliyan inancı ile rekabetten dolayıdır. İslam geleneği ayrıca, Peygamber'in ümmiliğinde ısrar eder: böylece vahyin saflığını ve özel oluşunu kuvvetlendirmeyi amaçlar. Onun okuma-yazma bildiğini isbatlayacak ya da bunu çürütebilecek dolaysız bir delil mevcut olmasa da bir tüccar olması ve ilk eşinin işlerini yürütmesi bize onun okur-ya zar olduğuna dair dolaylı da olsa bir delil vermektedir. Kesin olan şudur ki, Yahudi ve Hıristiyanların kutsal kitapları ile doğrudan bir tanışıklığı olmamıştır.
Miras aldıkları önyargılardan başka, Batılıların Peygamber'i anlamadaki zorlukları onun Mekkeli ve Medineli kariyerini iki ayrı esasında tamamen bağlantısız- dönem olarak görmelerinden kaynaklanmaktadır. Mekke döneminde o, batılı yazarlara göre gerçek anlamda ilham alan bir şahsiyet; acı çeken ve ezilen -bir peygamber olarak görünmektedir. Bu durumla o İsa'nın Hıristiyan imajını çağrıştırmaktadır.Fakat Medine'de o, savaş yapar, kanun koyar, yargılar ve yönetir, Aynı zamanda, bir çok hanımla evlenerek Batılıların gözünde sıradan bir insan konumuna gelir. Bu ikili şema, sadece Mekke ve Medine'de aynı içtenlik ve güçle Peygamber'e vahyedilen Kur'an tarafından tekzip edilmekle kalmayıp, Peygamber'in kendisinin ruhsal geçmişine yakından bir göz atmakla da çürütülebilir;
Mekke'de, vahiy/ ilham alan ve hisli bir kişilik olmakla birlikte, aynı zamanda o, öğretisini yaymak için durmaksızın yollar ve vasıtalar arayan bir realistti, Onun serinkanlı, kontrollü, devlet adamına yakışır tavırları, MedinelilerIe; müzakerelerini yürütmesinde ve hicretle ilgili Akabe Anlaşmasını tamamlamasında çarpıcı bir şekilde ortaya çıkar, Medine'de toplum ve devlet işleri zamanının çoğunu almasına rağmen o, hiçbir zaman bir yönetici, bir general, bir kanun-koyucu oldıığunu iddia etmemiştir; o aynen Mekke'deki gibi sadece Allah'ın elçisiydi. Kur'ani vahyin yoğunluğu açısından baktığımızda da, Hz, Muhammed'in karakterinde bir değişiklik olduğuna dair hiç bir kanıt bulamayız. Medine'de inen bir ayet şöyle buyuruyor:
Eğer biz bu Kur'an'ı bir dağa indirseydik, onun, Allah korkusundan paramparça olduğunu görürdünüz, (59:21)
Evliliklerine gelince, kadınlardan hoşlandığı gerçeğini inkar edemesek de yakışıksız bir durumun hiç bir kanıtı yoktur . Ne de cinsel nedenler evliliklerinin önemli bir yönünü oluşturur, Evlendiği tek bakire Aişe idi. Evlilikerinin çokluğu toplumu genelde ,karakterize eden konularla ilgili idi; savaşta dul kalan ve ekonomik korunma ihtiyacı hissedenlerin çokluğu, kabileler arası dost1uklar kurma aracı olarak evlilik vb.
Tebliğ/Mesaj
İslam öğretisi esas itibariyle,Müslümanlar için mutlak manada Allah’ın kelamı olan,Kur’an’da kendini gösterir.Kur’ani vahiy 3 ana tema ile başlar:Tek-tanrıcılık,sosyo-ekonomik adalet ve Ahiret Günü(İnsanın nihai hesaba çekilişi).
Önem sıralamasında ilk sırayı alan tek, her şeye kadir, merhametli ve gayeli (hakim; yapıp-etmeleri bir maksada, hikmete matuf olan) bir tanrıya inanmaktır, Sadece Allah bakidir ve O'nun tüm sıfatları da (güç, irade, rahmet, ilim) varlığı gibi bakidir, Kainatın yaratılması O'nun baştan beri var olan rahmeti şefkati sayesindedir, Hiçliğin saf boşluğu yerine bir varlık zenginliğinin mevcudiyetinin nedeni budur, O, mutlak sınırsızlığı sayesinde her şeyi kuşatır ve tanrılığında hiçbir ortağı olamaz, Kainatı bir kargaşa içinde değil (chaos) bir nizam içinde (cosmos) yaratmıştır. Doğada hiçbir boşluk, ayrılık ve kargaşa yoktur. Çünkü Allah, herşeyin öİçü ve davranış kanunlarını o şeylerin bünyesine yerleştirmiştir,
Allah'ın kanunlarını kabul etmek veya uymak islam demektir ki bu da, Allah'ın kanununa teslim olma anlamna gelir. Bundan dolayı, Kur'an'a göre tüm kainat
müslimdir (islam kelimesinin faili; boyun eğen); yani kainat, bünyesine yerleştirilmiş Allah kanunlarına boyun eğmektedir, Doğanın, özgür iradesi ya da seçimi olamayacağından otomatik olarak müslimdir, Allah seçim şansı ve özgür iradesi olan, dünyada kendisinin halifesi temsilcisi olabilecek ve Allah'ın kanununa teslim olabilecek yani kendi seçimi ile Müslüman olacak, bir varlık yaratmak istemiştir, insan söz konusu olunca doğanın "mecburi" boyun eğişi (the "is" of nature) yerini. insanda "ahlaki bir tercihe" ("ought") ve tabiat kanunu yerini, ahlak kanununa bırakmıştır.
Ikinci önemli nokta olarak insana insanın tabiatı ve kaderine geleceğine (destiny) geliyoruz, Adem pişmiş balçıktan yaratılmıştır. Cismi yapısı tamamlandığında Allah, ona kendi ruhundan üf1e miştir, Allah, Kendisinin temsilcisi ha1ifesi olarak Adem'i yaratmak üzere iken melekler bu fikri pek beğenmediler ve Allah'a şöyle dediler:
"Şimdi sen oraya [yani yeryüzüne] birini; orada kötülük yayacak ve kan akıtacak birini mi [halife olarak} göndereceksin; oysa biz Senin emirlerini yerine getiriyoruz ve Senin övgülerini mırıldanıyoruz" (2:30). Cevabında Allah bu ithamları reddetmedi; fakat şöyle buyurdu:
"Sizin bilmediklerinizi bilirim Ben", Sonra melekleri ve Adem'i biraraya getirip, onlardan varlıkları şeyleri isimlendirmelerini istedi, Melekler bunu yapamazken, Adem bunda başarılı oldu; yani Adem yaratıcı bir ilim gücüne sahip olduğunu kanıtlamıştı, Bu yüzden (, bilerek ve gönüllü olarak, başka hiçbir varlığın yüklenemeyeceği ve kabul edemeyeceği ahlaki sorumluluğu yüklendi (33:72). Mamafih, Kur'an insanın büyük bir ezelden beri varolan bu ahlaki sorumluluk emanetini hala yerine getiremediğinden ısrarla müştekidir. Peki sorun nerededir?
Yukarıda, tek-tanrıcılık (tevhid], sosyo-ekonomik adalet ve Ahiret Gününe imanın Kur'ani mesajın ilk temaları olduğunu söyledik. Kur'an'a göre insanın en temel zayıflığı, basitliği (küçük şeylerle uğraşması), dar-kafalılığı ve kalbinin küçüklüğünde yatar:
İnsan doğası gereği istikrarsızdır: Kendisine bir kötülük dokundu mu ne yapacağını şaşırır, fakat önüne güzel şeyler çıktımı da onların başkalarına da ulaşmasını engeller (70: 19-21).
İnsanın bu sınırlılığı ve darlığı bütün sorunlarının temelini oluşturur. Çok-tanncılığı onun tek olan evrensel Tanrıya ulaşmasını önler ve bakışını (vizyonunu) küçük hedeflerle sınırlandırır. Bencilliği; fedakarlık, ve gerçek iyilikle başkalarına yaklaşmasını önler.
[Ey Muhammed] de ki hani ola ki, Rabbimin rahmet hazinelerinin hepsine sahip olsaydınız, yine de onları harcama korkusuyla, üzerlerine otururdunuz (17:100).
Bunun çözümü ise bu şeytani basitlik halinden yükselip "sahip olduklarının en iyilerini" fakirlere yardımda cömertçe harcamasıdır.
Kur'an doğru ve yanlışı birbirinden ayırabilen keskin bir ahlaki idrake sahip bir insan oluşturmayı amaçlar. (Bu zihin hali, takva; "kendini ahlaki helaktan koruma", diye adlandırılır). Çünkü, insandaki en büyük sorun, küçüklüğü ve dar görüşlülüğü yüzünden, hüsnü kuruntularını nesnel hakikat yerine koyması ve yine kendisinin kısa-vadeli hedeflerini gerçek ahlaki iyilikle bir tutmasıdır. Onu amellerini/davranışlarını doğru bir şekilde değerlendirmekten alıkoyan işte bu kendini aldatma eğilimidir:
(Ey Muhammed) de ki davranışları açısından en fazla zararda bulunanları size söyleyeyim mi? Bu dünyanın değersiz meşguliyetleri içerisinde bütün çabaları kaybolup gitmiş, ama olağanüstü (değerde) şeyler yaptıklarını sananlar! (18: 103- 104).
Ahiret Gününe imanın Kur'ani öğretide merkezi konuma sahip olması bu yüzdendir. "Ameller tartıldığında" ve gerçek değerleri beIirlendiğinde dar bir bakış açısı (myopic vision) ile hareket edip, günlük ya da anlık yaşayanların amelleri, ahireti düşünerek yaşayanların amellerinden ayrılmak zorunda kalınacaktır.
Böylece Kuran yeryüzünde sağlam ve gerçek bir ahlaki temele dayalı_bir sosyal düzenin kurulmasını öngörmektedir.Böyle bir yapılanmada ırk, dil; renk, bölge farklılıklarını geçerli bir temel olarak kabul etmez ve şüphesiz tüm insan ırkının aynı kôkten geldiğini ilan eder. İnsanın kıymeti hususunda gerçek muteber ilke fazilettir. Bu amaçla Kur'an, üyeleri bu çeşit bir faziletle donanmış olmaları istenen bir Müslüman toplumu ve kardeşliği kurmuştur. Bu toplumun gôrevi bir "orta ümmet" olmak –yani ifrat ve tefritten kaçınmak- ve hepsinin ötesinde, "yeryüzünü düzeltmek ve oradan -ahlaki, toplumsal, siyasi ve ekonomik- bozulmayı kaldırmak" için "iyiliği emredip kötülüğü menetmek"tir. Böylece İslamiyet'te özel hayat ve toplum hayatı arasında; kişisel din ve kollektif siyasi veya sosyaI kurumlar arasında bir ayn1ma ve bölünme kabul edilmemiştir. Nasıl ki bir kişisel İslami inanç varsa, aynı şekilde bir İslami devlet ve İslam hukuku da vardır.
Bu görev İslam toplumunun omuzlarına yüklenirken, Kur'an bu topluma otomatik olarak her zaman Allah'ın sevgili kullan olacaklarına dair bir garanti de vermez. Aksine, Kur'an Müslümanlara açıkça şunu söyler:
Eğer bu (tebliği] gözardı ederseniz, Allah sizin yerinize, (ama] sizin gibi olmayacak, başka bir topluluk getirir (47:28,9:39).
Kur'an, bundan dolayı bütün toplumların Allah'ın gerçeği ve rehberliği üzerindeki her türlü "tek sahiplilik" iddialarını, (bilhassa Yahudilerin sahip olduğu] seçilmişlik inancı da dahil olmak Üzere, kesinlikle reddeder. Allah'ın rehberliğievrenseldir. Hiçbir ulusu. hiçbir insanı elçileri ile gönderdiği rehberlik dışında bırakmamıştır. Dahası, daveti "kendi dillerinde" ileten özel elçi gelmiş olsa da mesaj 'yine de evrenseldir ve tüm insanlarca inanılması gerekmektedir. Bu yüzdendir ki Kur'an Müslümanlann tüm peygamberlere inanmasını istemekte ve Hz. Muhammed'e Kur'an'da şöyle dedirtilmektedir:
"De ki. Allah'ın indirdiği bütün kitaplara inanırım" (42:15). Yine bundan dolayıdır ki, Peygamberlik bölünmez bir görevdir ve Kur'an ısrarla farklı dinler arasındaki bölünmeyi zemmeder:
"Her topluluk [yani dini cemaat] bizzat kendisinin. sahip olduğu şeyden hoşnutluk içindedir" ( 23:53; 30:32). Esasen bütün elçiler insanları tek bir Allah'a ve sadece ve sadece ona itaat etmeye çağırır.
Bununla birlikte dini bilinçte bir evrim olmuştur; bu yüzden daha sonraki bir toplumun Kitabının standartları, geçmişteki bir kavmi yargılamakta kullanılamaz .•
Ahiret Gününün (Son Yargılamanın) yanısıra Kur'an, Tarihin Yargılaması fikrini de geliştirmiştir. Son yargı, .tek tek bireylerin davranışları ya da yapıp-etmeleri ile ilgili iken; Tarıhsel Yargı, mil!etlerin, halkların ve toplumlarm herbirinin kollektif davranışlarına göre verilecektir. Kur'an öncelikle Arapların -özellikle de Mekkelilerin- toplum olarak tavırlarını değiştirmeyi hedeflediği için, başlangıçtan itibaren kötü amellerde ısrar etme ve peygamberlerinin davetine kulak vermeme yüzünden feci akıbetleri ile karşılaşan önceki kavimler ve toplumların hikayelerini anlatır. Kur'an'da peygamberlerle ılgili kıssalarda da Eski Arabistan'dan iki isim, Ad kavminin Hud'u ve Semud kavminin Salih'i Eski ve Yeni Ahitte adı geçen peygamberlere eklenmiştir. Bu iki kabile, diğerleri arasında Nuh, Lut ve Firavun'un. halkı ve onun ordusu ile birlikte sürekli olarak Allah'ın doğruyu hakim kılma ve kötüyü yok etmesine örnekler olarak gösterilir. Nuh selden, İbrahim ateşten, Musa Firavun'dan, Isa ise Yahudilerden kurtarılmıştır. (Kur'an İsa'nın çarmıha gerilmesi hikayesini reddeder:) _ bu tutum hakkın nihai başarıya ulaşması ve zaferi fikri ile Kur anı öğretiyidestekler; bundan dolayı, [Hz] Muhammed ve tebliği tüm imkansızlıklara rağmen başarılı olacaktır, çünkü bu Allah'ın planıdır.
Temelde Kur'an bir ahlaki rehberlik belgesi olsa da -ki Kur'an kendini insanlığın rehberi olarak adlandırır- o, aynı zamanda belirli ölçüde yasamayı da içermektedir. Bu yasamanın önemli bir bölumü namaz, Ramazan orucu, yetişkin, zengin ve sağlıklı olmak koşulu ile her Müslümana hayatında bir kez farz olan Hacc gibi ibadetlerin nasıl yapılacagı ile ilgilidir. Her Müslümanın bir yıl boyunca eline geçen mal-mülkten vermekle yükümlü olduğu zekat da bunlardan birisidir.
Kur'an'da aynca belirli cezai hükümler de vardır. Cinayete karşılık kısas kanunu (zarar gören tarafından affetme hakkı da ayrıca önemle belirtilmiştir), hırsızlıkta bir elin kesilmesi(kabile toplumunda hırsızlık sadece ekonomik değil, kişinin şerefine de yönelik bir suç olarak görülürdü,zina için yüz kırbaç ve zina iftirasında bulunanlar için seksen kırbaç gibi. Kur'an aynca, esasen Arapların mevcut kanunlarını tamamlayıcı bir nitelik taşıyan tafsilatlı miras kanunları da vaz eder.Bu hususda temel değişiklik miras hakkı olmayan kadınlara mirastan pay verilmesi olmuştur.Bir kadının payı,erkeğin payının yarısı olarak belirlenmiştir.Ayrıca yeni bir miras şekli olan”rahim payı”da söz konusu edilmiştir ki,böylece kadın tarafından akrabalarda mirastan pay alabilmektedir.Cahiliyye döneminde miras sadece baba tarafından akrabalarca talep edilebiliyordu.
Kur'an, toplumun yoksullar, yetimler,esirler ve kadınlar gibi daha zayıf kesimlerinin durumlarını kuvvetlendirip iyileştirmek için genel ve devamlı bir çabaya girişmiştir., Yoksullar ve sürekli parasal zorluk içinde (kronik borçlular gibi) olan 'kişiller için zekat gelirleri kullanılabilir hale getirilmiştir. Belirlenen tarihte ödenmeyen borçların ikiye katlandığı ve zamanla böyle katlanarak gittiği, sonuçta da borçlunun borcunu ödeme umudunun hiç kalmadığı murabaha (riba-tefeciIik) kurumu kaldırılmıştır. Tefecilik yapanlar Allah'ın ve Peygamber'in onlara savaş' açması ile' (2:'279). tehdit edilmişlerdir. Ekonomik açıdan daha güçlü olan kabilelerin boyunduruğu altında da bulunan daha zayıf kabileler derhal bu boyunduruktan kurtuldular. Kölelerin azad edilmesi sadece umumi bir şekilde özendirilmekle kalmamış, aynı zamanda köle sahipleri hususen köleleri ile öz-gürlük anlaşması yapıp Allah'ın verdiği zenginliği onlara harcamakla (24:33) da emrolunmuşlardır. Fakat, sosyo-ekonomik nedenler yüzünden kölelik tamamen yasaklanmamıştır. Tam tersine, ilk lslami fetihler sonucunda savaş esirlerinin oldukça artması ile durum daha da kötüye gitmiştir,.
Kadınlar konusunda ise Kur'an, şüphesiz ki çok ileri bir adım atmıştır. Yukarıda da değindiğimiz gibi kadına mirastan hisse hakkı tanınmıştı. Kadınları keyfi şekilde boşamak zemmedilmiştir, Kadınlara nazik ve cömert davranmak sürekli olarak vurgulanmıştır ve boşamada bile:
Eşlnlze [hediye olarak] yığınla altın vermiş olsanız bile, onun hiç bir parçasını geri almayın-korkunç bir iftira ve açık bir günah olarak onu geri mi alacaksınız?" (4:20). Kadın ve erkeğin genelde eşitliği kabul edilmiştir:
Kadınların [kocalanna karşı] hakları, onların kadınlara karşı haklarıyla orantılıdır (2:228); ancak,
erkek bir derece dahai üstündür"; çünkü kuvveti sayesinde para kazanması ile Kur'an kadını maddi olarak erkeğin sorumluluğu altına vermiştir (4:38)."
Çok eşlilik konusuna gelince, Kur'an [sınırsız] eş sayısını dört ile sınırlamıştır. Bu konudaki herkese bilinen ayet dördüncü surenin üçüncü ayetidir. Öyle görünüyor ki, siyak ve sibakındandan (bağlamından) da an1aşılacağıgibi Kur'an'ın niyeti dört evliliğe kadar izni, Vesayet altında olan yetimler için vermektir. Çünkü (4:2) ve (4:12) de Kur'an vasileri, bu yetim kızların mallarını uygunsuzca harcamakla, erginliğe erdiklerinde mallarını onlara geri vermeye niyetsiz olmakla ve mallarını ele geçirmek için onlarla evlenmekle suçlamaktadır. Fakat bilmediğimiz sebeplerle çok eşli1ik izni bu çerçevenin dışına çıkarılıp umumileştirilmiştir. 4:3 şöyle diyor:
Eğer bu yetimler (kızlar} in mallan hususunda sahtekar durumuna düşmekten korkarsanız, onlardan biri, ikisi, üçü ya da dördü ile evlenebilirsiniz: ama eğer [eşler arasında} adil davranamamaktan endişe ederseniz, o zaman yalnızca bir tanesiyle evlenin.
Aynı surenin yüz yirmi dokuzuncu ayeti de açıkça belirtiliyor ki, "
Ne kadar arzu ederseniz edin eşler arasında asla adaleti sağlayamazsınız. (4: 129). Bu sebeple, dört eşe kadar evlenme izninin kanunlaşması ne metinle, ne de Kur'an'ın ruhu ile uyuşur görünmektedir. Bu sebeple çoğu İslam ülkelerindeki günümüz ıslahatçıları ikinci evliliği muayyen hususi şartlara bağlayıcı -mesela, ilk eşin kısır ya da yatalak olması gibi- kanunlar yürürlüğe koymuşlardır. Tunus ise çok evliliği tamamen yasaklamıştır.
Kur'ani Metin
Kur'an, Peygamber'e yirmi iki yıl boyunca (610-632) ara ara vahyedilen ayetlerden müteşekkil surelerden oluşur. Bu ayetler değişik uzunluklardaki sureler halinde düzenlenmiştir. Kesin olmamakla birlikte, Peygamber'in kendisinin hangi sureye hangi ayetlerin konulacağını buyurduğu söylenmektedir. Günümüz alimleri tarafından genelde Kur'an'ın tümünün kemiklere, yapraklara, değişik materyallere peygamberin sağlığında yazıldığı kabul edilir. Bununla birlikte, Kur'an'ın korunmasının ana yöntemi özellikle namazlar esnasında ve değişik durumlarda Kur'an'ın hafızadan okunması olmuştur. (Yazılı kaynaklan çok az olan Araplann hafızalarının müthiş gelişmişliği herkesçe bilinmektedir.)
İslami geleneğe göre ilk yazılı metin Peygamber'in ölümünden bir yıl ya da daha uzun bir süre sonra ilk halife olan Ebu Bekir tarafından hazırlanmıştır. Kur'an'ı tümüyle ezberleyen bir çok şahıs, Peygamber'in ölümünden sonra kabilevi egemenliklerine dönen kabilelere karşı yapılan savaşlarda hayatlarını kaybetmişlerdir. Bugün kabul edilen metin, altı kişilik bir komisyon kurup, metni yazdıran üçüncü halife Osman zamanında hazırlanmıştır. Bu komisyon, Ebu Bekir'in (yazdırdığı) toplattığı Kur'an'ı kullanmıştır. Kur'an tefsircileri tarafından farklı okumalar da rivayet edilmişse de. alimlerin ittifak ettiği gibi bunlar. ibadetle alakalı bir kaç küçük nokta hariç, Kur'an'ın anlamını bariz şekilde etkilemez.
Kur’an en uzunların başa, kısaların da sona konulması ile sıralanmış yüz on dört sureden oluşmaktadır. Genelde kronolojik sıra ise;tam tersidir;ilk inen/gelen sureler kısadır,özellikleri ise kısa kısa volkanik patlamalar gibi kesik kesik cümlelerden oluşmalarıdır.Fakat Kur’an kelami(Teolojil)fikirler ibadetlerle alakalı kurallar ve diğer kanunlar hakkında ayrıntılı açıklamalar vermeye başladığında uslüp daha da yumuşar ve akıcı bir hale gelir.Yine de baştan sona Kur’an dili çok güçlü asil ve huşu telkin eden bir nitewlik taşır.Bu sebeple Kur’an’ın tercümesi esas itibariyle mümkün değildir;hem Müslüman hem de gayri Müslüman alimlerin inanışına göre ne kadar ustaca ve özgün olursa olsun,Kur’an’ın çevirisi aslının anlam tonlarının,nüanslarını-ve elbette güzelliğini-heybet ve ihtişamını yakalayamaz.
Müslümanların kutsal kitabı,”açık bir arap dilinde”indirilmiş olan “Arab”(2) bir Kur’an”dır.
Eğer biz Kur’an’ı Arap olmayan (bir Kur’an)yapsaydık, onlar (Peygamberin muhalifleri)şöyle derdi:O’nun ayetleri niçin açık ve düzgün şekilde gözler önüne serilmemiş? (41:44;26:198)
Daha önce de söylendiği gibi Kur’an harikulade dili ve başka dillere çevrilemeyişiyle Peygamber’in tek “mucizeésidir.Bu sebeple sunni Müslümanlar,Arapça metin olmaksızın Kur’an çevirisinin basımının kesinlikle yasaklamışlardır.Dünyanın dört bir yanındaki Müslüman çocuklar,ana dilleri ne olursa olsun,Arapça anlasın ya da anlamsınlar,Kur’an okumayı öğrenmeye Aprap harfleri ile başlarlar.Daha sonra asıl Arapça metin ile beraber basılmış bulunan kendi dillerindeki çevirisini okurlar.Yukarıda da bahsedildiği gibi Kur’an-ın öncelikle ezberlenmesi ve tilavet edilmesi gayretine girişilmiştir. Müslümanlar , dört başı mamur bir Kur’an okuma ilmi geliştirmişlerdir.(tecvid). Cuma namazlarında ,evlilikte, ölümde, diğer kutlamalar yada özel olaylarda Kur’an bu ilmin kurallarına göre okunur. Bu okuyuş, dinleyici Arapçayı anlasın yada anlamasın son derece dokunaklı ve etkileyicidir. İslam uleması ilk zamanlardan itibaren müziği yasakladığından, Kur’an okuma sanatının yaratılması içinde birçok sebep oluşmuştur. Son zamanlarda Batıni bilginler bu sanatı ve dinleyicideki etkisini incelemektedirler. Kadın, erkek tüm Kur'an'ı ezbere bilenlerin sayısı büyük ihtimalle bir milyonun üzerindedir.
Uslübu ve bizzat Kur'an da geçen "benzerinin insan tarafından yaratılamayacağı" fikri üzerine, İslam tarihinin başlarında Kur'an'ın taklit edilemeyeceği inancı ortaya çıkmıştır. Tüm Müslüman düşünce ekolleri ve mezhepler tarafından kabul edilen bu inanç, Kur'an'ın dilinin,' uslübunun ve getirdiği fikirlerin mucizevi olduğunu ve insan eliyle benzerinin üretilemeyeceğini kabul eder. Ortaçağda ise, ilhamını kökü Aristo'ya dayanan Yunan belagat sanatından değil, Kur'an'dan alan bir güzel konuşma ve beliğ ifade sanatı (ilmu'l-belağa) gelişmiştir. (Aristo, Arapçaya 9.yüzyılda çevrilmiştir) On üçünçü yüzyıldan on dokuzuncu yüzyıla dek, bu belagat sanatı İslami araştırmalardaki diğer temel disiplinleri gölgelemiş, entellektüel ve )ilimsel alanlarda oıjinal çalışmaların ortaya çıkmasına engel olmuştur. Bu dönemdeki tefsirlerin çoğunluğu, belagat ve gramere ,erdikleri aşırı önemle karakterize edilebilir.
Mesela Mısır'lı Hafaci'nin (IS.yy,) tefsirinde Kur'an'ın başlangıç ayeti olan’Bismillahirrahmanirrahim - Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla" ayeti belagat ve dilbilgisi yönünden 100 sayfada incelenmiş, Kur'an dilinin dilbilimsel nüansları ve eşi bulunmaz mükemmelliği gözler önüne serilmiştir, .
Kur'an'ı Yorumlamak