PROF.DR.H.MUSA BAĞCI WEB SİTESİNE HOŞ GELDİNİZ
   
 
  Kur'an'daki Kader Sözcüğünü ve Kaderle İlgili Ayetleri Nasıl Anlamalıyız?

 

 KUR’AN’DA KADER

                                                  Doç.Dr. H. Musa BAĞCI
                                              Dicle Ünv. İlahiyat Fakültesi
 Kader Kavramı
            Kader kavramı tarihî gelişimi içinde farklı yorumlarla karşı karşıya kalmıştır. İslâm tarihinde meydana gelen siyasi ve toplumsal olaylar, bu kavramın şekillenmesinde büyük rol oynamıştır. Öyle ki anılan olaylar ve yapılan itikadi tartışmalar, Kur’an’daki kader ve türevlerinin anlamlarına da etki etmiştir. Kader ve türevleri, Kur’an’daki gerçek anlamlarından farklı bir şekilde yorumlanmıştır. Durum hadisler açısından da pek farklı değildir. Sonradan uydurulan birçok hadis, Kur’an’ın genel ilkelerine aykırı anlamları ortaya çıkarmıştır. Bu olaylardan ve tartışmalardan etkilenen İslâm bilginleri, tartışmaların ürettiği anlamları Kur’an’ın bazı ayetlerine yüklemeye çalışmışlardır. Sonuçta ekollere göre farklı kader anlayışları ortaya çıkmıştır. Bu anlamlar sonradan telif edilen sözlüklere de yansımıştır. Biz, önce kaderin sözlükteki anlamını verdikten sonra, itikadî ekollerin bu kelimeye yükledikleri terim anlamını ortaya koyacağız ve sonra da Kur’an’daki anlamına işaret edeceğiz.
            Kader kelimesi, sözlükte geniş bir anlamı ifade eden bir kavramdır. Q-d-r kökünden gelmekte olup şu manalara kullanılmıştır. Ölçme[1], güç yetirme.[2] kaza ve hüküm [3] -yani Allah’ın bir şey için takdir ettiği kaza ve onun hakkında verdiği hükmün kendisidir-[4] rızkı daraltma,[5] ölçerek ve takdir ederek tayin [6] anlamlarına gelmektedir. Bu anlamların dışında kader her şeyin olduğu gibi kılınması,[7] ezelden ebede kadar cereyan eden olaylarda ve durumlarda hakim olan külli ilahi hüküm,[8] önceden ölçüp biçip hüküm vermek [9] anlamlarını da ihtiva etmektedir.
            Kader kavramına itikadî ekollerin anlayışlarına göre farklı anlamlar yüklenmiştir. İslâm itikadî ekollerinden el-Maturidi ve el-Eş’arî ekolleri kaza ve kaderi birbirlerinin yerine kullanmışlardır. Mu’tezile ise bu ekollerin anlayışlarından farklı ve tamamiyle zıt bir tanım meydana getirmiştir. Hasılı ekoller arasında tam bir uyum sözkonusu değildir. Maturidiler kaderi “Allah’ın ezelden ebede kadar olmuş ve olacak şeylerin zaman ve mekanını, sıfatlarını, hususiyetlerini ve her türlü özelliklerini bilip ezelde o surette tahdit etmesidir.”[10] şeklinde tanımlarken, Eş’ariler ise kaderi “Cenab-ı Hakkın her şeyi vakti gelince ezeli ilmine uygun ve irade ettiği şekilde meydana getirmesidir.”[11] biçiminde tanımlamışlardır. Felsefecilerin tanımı Eş’arilerin kader tanımıyla paralellik arz etmektedir.[12]
            Mu’tezile bu tanımları reddederek, kaderi yani, insanın davranışları konusunda önceden tespit ve tayin fikrini kabul etmemektedir. Onlar insanın fiillerini kendi hür iradesiyle yaptığını, Allah’ın buna bir katkısının bulunmadığını ve Allah’ın bilmesinin ise eşyanın ancak vukûundan sonra olduğunu iddia etmektedirler.[13] Dolayısıyla Mu’tezile insanın davranışlarıyla ilgili olan kaderi reddetmektedir.
 
            3. Kur’an’da Kader Sözcüğünün Kullanılışı
            Kur’an’daki kader ve türevlerine ilişkin kelimeler bir bütün olarak değerlendirildiğinde, bu kavramın yukarıdaki tanımlanan terim anlamlarıyla hiçbir ilişkisinin olmadığı görülmektedir. Zira tarihi süreç içerisinde diğer kavramlarda olduğu gibi kader kavramında da siyasi ve itikadî tartışmaların neticesinde anlam kaymalarının olduğu, bunun sözlüklere ve çeşitli eserlere yansıdığı müşahede edilmektedir. Bu nedenle, haklı olarak Seyyit Ahmet Han (1817/1898) : “sözlüklerde veya edebî eserlerde kaydedilmemiş anlam ve tarzda belli bir kelimenin Kur’an’da kullanılmış olabileceği, her zaman ihtimal dahilindedir.”[14] demektedir. Bir başka deyişle, siyasî ve içtimaî şartlar ortamında oluşturulmuş sözlüklerde, çeşitli tefsir ve fıkıh kitaplarındaki yorumlar, Kur’an’daki bazı kavramların içeriğini yeni anlamlarla doldurduğu ve o kavramları gerçek anlamlarından saptırdığı bir vakıadır. Nitekim Hint-Pakistan alt kıtasındaki çağdaş yazarlardan Muhammed Ebu Zeyd de aynı problemi gündeme getirerek birçok kamusun ve fıkıh alimlerinin eserlerindeki anlamı ifade eden kelimeleri Kur’an’a atfettiğini, bununla, onların Kur’an’ın kastetmediği farklı bir mana elde ettiklerini söylemektedir.[15]
            Kader ve takdir kelimelerinin anlam kaymasına bir başka neden olarak da ortaçağ sonlarında Müslüman toplumlarda güçlü bir cebriye anlayışının yaygın olması, -ki böyle bir fikrin Müslümanlar arasında yayılmasına sebep Kur’an değil, dışardan gelen yabancı etkilerdir- ayrıca Panteist Sufi görüşlerin (özellikle 16.yüzyıldan sonra) yayılması ve en fazla da bilhassa Ferisiler gibi gelişmiş milletlerin kadercilik anlayışı ile yoğrulmuş dünya görüşlerinin Müslümanlar arasına girmesi olup, bu tip etkilerin tesiriyle Kur’an’daki kader anlayışı, insan davranışları da dahil her şeyin önceden ilahi olarak takdir ve tespiti şeklinde yorumlanmış olmasıdır.[16]
            Gerek yukarıda söylenen tespitler, gerekse kader kavramı konusundaki araştırmalarımız, kader ve türevleri ile ilgili kelimelerin de diğer kavramlar gibi anlam kaymasına maruz kaldığını göstermektedir.
            Oysa ki kader ve onun türevlerinin Kur’an’daki anlamı, Allah’ın bu kainat için koymuş olduğu sağlam bir nizam, genel yasalar ve Allah’ın sebepleri müsebbiplere bağladığı (sebep-sonuç ilişkisi kanunu) kanunlar anlamına gelmektedir. Allah, bu kainat için koymuş olduğu nizamları, kanunları ve kuralları yaratmış ve bu kainattaki varlıklar bu kanun, kural ve nizama göre cereyan etmektedirler.[17] Bu anlam, kaderin zikredildiği Kur’an ayetlerinde bu şekilde varit olmuştur.[18] İşte kainatın bir düzen ve nizam içinde yaratıldığını kabul etmek gerekir ki buna kader, yani, takdir edilmiş bir ölçü ve düzen denmektedir.[19] Kader ve türevlerinin kullanılışlarında alacağı mananın mihverini “bir ölçü dahilinde tayin etmek, her şeyi bir ölçü ve nizama göre tanzim etmek[20] teşkil etmektedir. insan da davranışlarında Allah’ın koyduğu fiziki, sosyal kanun ve nizamlara tabidir. Ve onlara göre aklını kullanarak en iyi şekilde hareket etmekle sorumludur. Bundan dolayı yaptığı iyilikten sevap, ettiği kötülükten de günah kazanır.[21] Kanaatimizce Kur’an’ın kader ve türevlerine yüklediği anlam budur. Böyle bir anlama sahip olduğunu Kur’an’da geçen ayetleri inceleyerek ispatlamaya çalışalım.
4. Kur’an’daki Kaderle İlgili Ayetleri Nasıl Anlamalıyız?
            Kur’an’da kader konusunu işlerken önce kader ve türevlerinin geçtiği ayetleri gözden geçirip, daha sonra içerisinde bu kelimelerin bulunmadığı, fakat kader inancına delalet ettiği öne sürülen ayetleri ele almamız yerinde olacaktır.
            Kur’an’da “kader” ve “takdir” kelimeleri birçok ayette geçmektedir. Kader kavramını izah ederken de bahsettiğimiz gibi, bu kelimeler birden çok manada kullanılmış olup miktar, ölçü, bir şeyi belli bir ölçüye göre tayin etmek ve bir nizama göre yapmak anlamlarına gelmektedir.[22] Kur’ân, Kainatta her şeyin belli bir ölçüsü olduğunu, bütün varlıkların bir nizam ve düzen içerisinde hareket ettiğini ve bu ölçünün dışına çıkamayacağını bildirmektedir. Allah’ın yaptığı işlerin bir nizamı, ölçüsü ve hikmeti vardır. Lüzumsuz ve anlamsız bir iş yapması düşünülemez. İnsan da dahil olmak üzere her şeyin belli bir nizamı ve düzeni vardır. İşte genel olarak kader ve türevlerinin geçtiği ayetlerden bu anlamı çıkarabiliriz. Şimdi bu ayetleri incelemeye çalışalım.
            “Bakın, biz her şeyi gerekli ölçü ve nisbette yarattık.”[23] Bu ayet, Allah’ın yaratmasının gelişi güzel, rasgele olmadığını her şeyin bir kanun, ölçü ve oran dahilinde cereyan ettiğini[24] ve hikmetinin gerektirdiği şekle uygun bir tertip ve düzen içersinde yarattığını bildirmektedir.[25] Fakat bu ayeti her şeyin vukû’undan evvel ezelde ilm-i ilahîde takdir edilmiş bir kaderle yaratıldığı şeklinde yorumlayan Hamdi Yazır: “Bu kaderin fiilen yaratılışı, o kadere göre vaki olur. Onu başkası istediği gibi tayin edemez. Onun için mucrim kendi iradesine göre cürmün mahiyet ve mukadderatını değiştiremez. Kaderde akıbeti bedbahtlık, mes’ûliyet ve mahkumiyet ile cehenneme götürmek olan cürm-ü measî, sevap ve saadet vesilesi yapılamaz. Onun için mücrim, mucrim oldukları haysiyetten dalal ve niran içindedirler.”[26] diyerek ayetteki “bi kaderin” ifadesini önceden tayin ve tespit edilmiş alınyazısı anlamında izah etmeye çalışmıştır. Kanaatimizce ayette geçen söz konusu ifadeyi diğer kader ve türevlerinin geçtiği ayetlerle bir bütün olarak değerlendirilirse burada bir kainat nizamından bahsedilmekte olduğunu görülecektir.
            “Her şeyi yaratan ve her şeyi belli bir yasalar örgüsüne göre düzene koyan O’dur.” [27] Yani yarattığı ve idame ettirdiği büyük kozmik düzen içinde her şeye ya da her olaya belli bir fonksiyon, belli bir mahiyet ve keyfiyet tayin eden O’dur.[28] Allah her şeyi belli bir ölçü ve düzen içerisinde ihdas etmiştir. İnsanı da gördüğün bu düzen ve ölçü içerisindeki şekil üzere yaratmıştır. Din ve dünya işlerinde kendisiyle ilgili teklifler ve maslahatlar için onu takdir etmiştir. Keza her canlı ve cansız, hikmet ve tedbir örnekleriyle belli bir ölçü içerisinde ve en düzgün tabiatta yaratılmıştır.[29] Dolayısıyla Allah her şeye biçim, şekil, potansiyel güç, nitelik, süre, gelişme v.b. şeyler vermiş, kendine ayrılan alanda fonksiyonunu yerine getirebilmesi için rızk ve araçlar vermiştir.[30] Bundan dolayı ayetteki takdirin anlamı, yarattığı her şeyi en güzel bir şekilde, bozukluk ve tenakuz olmaksızın yapması, hikmetine uygun olarak hazırlaması şeklinde anlaşılmalıdır.[31]
            Allah’ın gücünü inkar eden Yahudiler hakkında inen: “Allah’ı gereği gibi takdir edemediler[32] ayetindeki kadr kelimesinin anlamı, “Allah’ı layık olduğu veçhile tanımadılar, ona gereği gibi ta’zim göstermediler”[33] demektir.
            “Allah dilediğine rızkı bol ve (belli) bir ölçü ile verir[34] Allah bütün varlıkların rızk vericisidir. Varlıkların ihtiyaçlarına ve kapasitelerine göre fizikî, ahlakî ve ruhî büyüme ve gelişmeyi ihtiva eden rızkı ancak o verir.[35] Allah rızkı bol bir şekilde verirken, rasgele, gelişi güzel değil, bir hikmete ve belli bir ölçüye göre verir. İşte bunu ifade etmek için Allah “yebsutu” (yayar) kelimesinin akabine bir hikmete ve ölçüye göre verir anlamında “yakdiru” lafzını kullanmıştır.[36] ez-Zemahşerî’nin şu yorumu da bu manayı güçlendirmektedir: “Allah’ın rızkı yayması ve onu kısması da bir hikmete ve maslahata tabidir. Allah bu konuda orta yolu gözetir. Ne aşırı derecede rızkı vermekte ne de bunun aksi olan rızkı kısmada mübalağa etmez. Orta yolu takip eder.[37]
            “Ey Musa bir kader üstüne geldin”[38] ayetindeki kader kelimesi klasik anlamda Allah’ın ezelî ilminde tayin ve tespit olunan kader değildir. Buradaki mana başkadır. Ayetin siyak ve sibakına baktığımızda, sibakında Hz.Musa’nın peygamberlikten önceki büyüme ve yetişme çağı anlatılıyor. Siyakında ise Hz.Musa’nın Allah tarafından peygamber seçildiğinden bahsediliyor. O zaman bu ayeti şu şekilde anlamak daha uygundur: “Senelerce Medyen halkı arasında kaldın. Ey Musa peygamberliğe tâkat getirecek çağa ulaştın. Şimde de seni (peygamber olarak) seçmiş bulunuyorum.”[39]
            “O ki (bütün mevcudatın) tabiatını belirlemekte ve onu (hedefine doğru) yöneltmektedir.”[40] Yani, yarattığı ve idame ettirdiği büyük kozmik düzen içinde her şeye ya da her olaya belli bir fonksiyon, belli bir mahiyet ve keyfiyet tayin eden O’dur. Allah varlıkların hepsi için değişim planına göre kendilerine uygun ve kendilerini geliştirebileceği kanunlar ve kurallar vaz’ etmiştir. O bütün ihtiyaçları tam olarak belli bir ölçü dahilinde vermiş ve bize koyduğu kanunlara uygun olarak da fiziksel ve ruhsal kabiliyet ve yetenekler bahşetmiştir. O bize aynı şekilde doğru yolu göstermiştir. Biz bundan dolayı mekan ile kanunların oyuncağı değiliz. Aklımız ve irademiz çalışmaktadır. Ve biz insanın alın yazısını aşabiliriz.[41] Bu gerçeği şu ayette de müşahede etmek mümkündür: “Bizim Rabbimiz, (var olan) her şeye gerçek özünü ve biçimini veren ve sonrada her şeyi (kendi doğasının gerektirdiği) yola yönelten varlıktır.”[42]
            Demek ki Allah bütün varlıkların içine yetenek ve kabiliyetlerini aşılamış ve kainata bırakmıştır. İnsanın içine iyiliği ve kötülüğü ilham etmiş,[43] Peygamber gönderip mesajını vahyederek desteklemiş ve evrende imtihana tabi tutmuştur. Allah’ın kanunları vaz’ edip insanı kainata bırakması, Allah’ın atıl halde bırakılması anlamına gelmemelidir. Allah gerektiği zaman tabiî kanunları bozmadan müdahale etmektedir. Ama bu müdahalenin nasıl ve ne derece olduğunu Allah bilmektedir. Dua mekanizmasının işlevi de burada yatmaktadır.
            “Böylece (yere ve göğe ait) sular belli bir ölçüye göre birleşti.”[44]
            “Kim Allah’a güvenirse, O ona kafidir. Gerçek şu ki Allah irade ettiği işi sonucuna ulaştırır. Allah her şey için bir (vade ve) ölçü belirlemiştir.[45] Ayette dünya düzeni çok açık bir şekilde ortaya konduğu, yani hiçbir şeyin gelişi güzel yaratılmadığı, her şeyin belli bir yere oturtulduğu “Allah her şey için bir ölçü koymuştur.” ifadesiyle sebep-sonuç münasebetleri sisteminin kabul edildiği görülmektedir.[46]
            “Gökten ölçülü miktarda suyu indiren O’dur.”[47] ayeti ise yağmurun bir ölçü dahilinde evrendeki varlıkların ihtiyaçları nispetinde ve zarar görmeyecekleri şekilde ineceğini bildirmektedir.[48]
            Yukarıda zikrettiğimiz ayetlerde ve kader ve türevlerinin geçtiği diğer ayetlerde ortaya çıkan anlam ile insanın yaratılmasından önce yapacağı davranışların belirlenmesi anlayışı arasında bir ilintinin bulunmadığı yaptığımız tetkikten anlaşılmaktadır. Bu ayetleri gerek siyak ve sibakına gerekse Kur’an’ın bütünlük ilkesi çerçevesinde değerlendirildiği zaman kader ve türevlerinde “önceden tayin ve tespit “anlamının söz konusu olmadığı görülmektedir.
            Kur’an’da kader ve türevlerinin genel mihver anlamını bu şekilde tespit ettikten sonra önce irade hürriyetini açıkça ifade edenleri, sonra da cebir anlayışını telkin ettiği ileri sürülen ayetleri incelemeye geçebiliriz.
            Kur’an’da bir kısım ayetler, insanın hareket ve davranışlarında hür irade sahibi olduğunu, onu bu fiilleri yapmaya zorlayacak hiçbir zorlayıcı gücün bulunmadığını ve bundan dolayı da yapıp-ettiklerinden sorumlu olduğunu göstermektedirler.[49]
            “Herkes kendi kazancıyla değerlendirilir.” (74, Müddessir,
            “Bu yaptığınızın karşılığıdır. Yoksa Allah Kullarına asla zulmetmez.” (3, Ali İmran 182).
            “Kim Yararlı iş yaparsa kendi lehine, kim de kötülük işlerse, kendi aleyhinedir.” (41, Fussilet, 46).
            “De ki: “Rabbiniz gerçeği göstermiştir. İsteyen iman etsin, isteyen küfretsin.” (18, Kehf, 29). Görüldüğü gibi insan Kur’an’da açıkça sorumlu bir fail olarak takdim edilir.[50]
            Diğer bir kısım ayetlerde yukarıdaki ayetlerin aksine insanın hareket ve davranışlarında ihtiyar sahibi olmadığını, her şeyin belli bir çizgide cereyan ettiğini, insan için yapılacak bir şeyin bulunmadığını ifade eder görünümündedirler.[51] Bu ayetlerde ilahi hükümranlık anlayışı mevcuttur. Allah alelerin yüce Rabbi olarak takdim olunur. Onun hakimiyeti yaratma kudreti üzerine kurulmuştur.
            “Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Dilediğini yaratır. O, dilediği kimseye kız evlat verir, dilediği kimseye de erkek evlat verir. Yahut da onları erkekli dişili ikizler yapar ve dilediğini de kısır yapar; çünkü O, çok iyi bilendir, her şeye kadirdir.”[52]
            “İşte bu (Kur’an) bir öğüttür ve dileyen Rabbine bir yol tutar. Bununla beraber Allah dilemeyince siz dileyemezsiniz, çünkü alim ve hakim olan ancak Allah’tır.”[53]
            “Eğer Rabbin dileseydi yeryüzünde kim varsa hepsi toptan iman ederdi… Allah’ın izni olmadıkça hiçbir nefsin iman etmesi mümkün değildir.”[54]
             “O (Kur’an) alemler için bir öğüttür. İçinizden doğru gitmek isyetenler için; fakat O alemlerin Rabbi Allah dilemeyince siz dileyemezsiniz.”[55]
            Bazı İslâm bilginleri [56] bu iki grup ayetlerin ortak bir paydada birleşmediğini, birinci grup ayetlerin hürriyete, ikinci grup ayetlerin cebre delalet ettiğini söylemişlerdir.[57] Esasında ilahî kitapta çelişki olduğunu düşünmek ve ayetlerin bir kısmını esas anlamlarından farklı bir şekilde yorumlamak manasız bir iştir. Aslında Kur’an’da te’vil etmeyi gerektiren ve birbirine zıt hiç bir ayet yoktur.[58]
            Genelde Müslümanlar Kur’an’ın ne dediğini anlamaktan ziyade, kendi görüşlerini doğrulatmak için Kur’an’dan deliller aramışlar ve neticede dayanağı Kur’an olduğu iddia edilen bir birine zıt görüşler ortaya çıkmıştır.[59] Kaderi savunanlar kendi görüşlerine uygun olan ayetleri delil olarak alırken, insanın sorumluluğunu iddia edenler de kendi görüşlerine uygun düşen ayetleri delil olarak kabul etmişlerdir. Her grup Kur’an’ın konuyla ilgili ayetlerini bir bütün olarak ele almak yerine, sadece kendi fikirlerini ispat edecek ayetler üzerinde durmuşlardır. oysa Kur’ân ayetlerini hiçbir insanın kendi hevasına göre anlamaya hakkı ve yetkisi yoktur.[60] Bu şekilde davranmak Kur’an’ın ruhuna aykırı hareket olur ve çok tehlikeli sonuçlar doğurur. Nitekim sadece batılılar değil, Müslümanlar bile sık sık fikirlerini veya bağlı oldukları ekollerin fikirlerini destekleyebilmek için Kur’an’ın nasıl belli ayetlerini alıp diğerlerini gözardı etmek suretiyle parçacı bir yaklaşım sergiledikleri gayet iyi bilinmektedir.[61] Kur’an ayetlerini anlamada bir takım objektif kriterler vardır. Bunlar 1. Ayet çerçevesi 2. Siyak ve sibak 3. Kur’an’ın bütünlüğü ilkesi [62] 4. Kainattaki fizikî ve sosyal kanunlar çerçevesi 5. Akl-ı selim’dir.[63]
            Kur’an ayetlerini değerlendirirken bu kriterleri göz önünde tuttuğumuz takdirde yukarıdaki iki grup ayetlerin birbiriyle çelişmediği açık biçimde söylenebilir. Birinci grup ayetler insanın özgür olduğunu söylerken, ikinci grup ayetler insanın özgür olmadığını söylememektedir. İkinci grup ayetler her şeyin Allah’ın kontrolünde olduğunu söylerken, birinci grup ayetler bunun aksini söylememektedir.[64] Farklılık insanların ayetleri anlayış şeklindedir. Bazı düşünürler ayetleri mevcut kültür, gelenek, örf ve adetlerin etkisiyle önyargılı olarak yorumlamışlar ve sahip oldukları düşüncelere Kur’an’dan referans bulmaya çalışmışlardır. Nitekim el-Eş’arî bu önyargı ve mezhep taassubundan olsa gerek ki “Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz” (İnsan, 30; Tekvir, 29) “Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi.” (Bakara, 253) “Dileseydik herkese hidayet verirdik.” (secde, 13) “Her istediğini yapandır.” (Hud, 107; Buruc, 16) ayetlerini parçacı bir yaklaşımla muhalifi Kaderiyye ekolüne karşı delil olarak getirmiş, konuyla ilgili Kur’an’ın diğer ayetlerine hiç temas etmemiştir.[65] Oysaki Kur’an’a göre Allah’ın dilemesini ele alırken onun yaratıcılığını, kudretini, adaletini, hikmetini ele alan pasajlarla birlikte, insan sorumluluğu, iradesi, yapıp ettiklerinden dolayı ceza veya mükafatla karşılaşması gibi hususlardan bahseden ifadeleri de göz önüne almak gerekir.[66] 
            Kanatimizce insanın iradesini selbettiği ileri sürülen ayetler Allah’ın azametini, yüceliğini, engin bir kudrete ve kuvvete sahip olduğunu, hükümranlığın kendisine ait olduğunu vurgulayarak insanın bu dünyada başıboş bırakılmadığını göstermektedir. Başka bir deyişle Kur’anî bütünlük içerisinde Allah’ın dilemesiyle ilgili ayetlerde, insanın acizliğini, Allah’ın kudret ve azametini vurgulayarak kullara, Allah’a teslim olma duygusunu yerleştirmektir. Gerçekten kulların benliğinde, Allah’ın tapınmaya layık olduğu yegane varlık olduğu, onun kudretini ve azametini her zaman görüp hissetmeleri gerektiği şuurunu iyice pekiştirmek, varlık alemini yaratıp bir kenarda oturmayan kainattaki hadiseleri bütün yönleriyle takip eden bir Allah anlayışını ikame etmek noktasında fevkalade mühim rol oynar.[67] Allah’ın dilemesiyle ilgili ayetleri bu şekilde değerlendirmek gerekir. Aksine bu ayetlerden insanın iradesini selbettiği ve insanın fiillerinde mecbur olduğu anlamı çıkarılamaz. İnsanın hür olduğunu vurgulayan ayetler ise açıkça insanın yaptıklarından sorumlu olduğunu göstermektedir.
            Netice itibariyle yukarıda maddeler halinde tespit ettiğimiz Kur’an’ı anlama kriterlerine göre ayetleri değerlendirirsek ve Kur’an’ı bir bütün olarak ele alırsak bu ayetler içinde insan sorumluluğunu ortadan kaldıran önceden tespit ve tayin fikrine yer olmadığı görülecektir. Bunun aksi düşünüldüğü takdirde bu dünyada imtihana tabi tutulmanın,[68] ahirette hesaba çekilmenin,[69] emir ve yasaklardan sorumlu olmanın ve cennet ve cehennemin[70] anlamını açıklamak imkan dahilinde olmaz. Bu açıdan ayetlerde bir tenakuzun olması mümkün değildir. İnsan sorumludur ve sorumluluğu oranında hürriyete sahiptir. Bu hürriyet Allah’ın çizmiş olduğu sınırlar dahilindedir. Bu mutlak ve sonsuz hürriyet değildir.
            Bu noktada kader ve türevleri geçmediği halde insanın davranışlarını tayin ve tespit ettiği veya bir nevi cebir olduğu hissini veren ayetlere geçmeden önce bir kaç hususu vurgulamak gerekir.
            Kur’an sürekli olarak mükemmel bir düzenden bahsetmektedir. Bunu Allah’ın varlığına delil olduğunu belirtmekte kalmayıp, aynı zamanda onun birliğinin delili olduğunu söylemektedir.[71]
            Allah kainatta genel bir düzenin olduğunu, her şeyin bir nizama ve yasaya bağlı bulunduğunu ve bu yasaların değişmezliğini vurgulamaktadır. Kainatta nedensellik ilkesi hakimdir. Bu yasalardan biri de, Allah’ın insanoğlunu fiillerinde hür ve tercih sahibi olarak yaratmasıdır. İnsan hiçbir baskı ve zorlamaya boyun eğmez.[72]
            Kur’an’a göre Allah bir şey yaratacağı zaman, o şeyin kabiliyetlerini ve davranış kanunlarını mahiyeti (tabiatı veya karakteri) içerisine yerleştirir. Böylece o şey bir düzen içerisine girmiş olur. Alemde etken bir duruma geçer. İşte evrendeki her şey mahiyeti içerisine yerleştirilmiş kanunlar muvacehesinde hareket ettiği için Allah’ın iradesine teslim olmuştur. Oysa ki, insan, Allah’ın emrine uyup uymamakta bir seçim yapabilme kabiliyeti kendisine verildiği için, iyi veya kötüyü seçebilmekte hürdür. Diğer bütün varlıkların mahiyetine kabiliyetleri, davranış kanunları nasıl yazılmışsa insanın tabiatına da iki alternatifi seçebilecek şekilde yazılmıştır.[73] Şu ayet bunun delilidir: “İnsan benliğini düşün ve onun nasıl (yaratılış) amacına uygun şekillendirildiğini; ve nasıl ahlakî zaaflarla olduğu kadar Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle de donatıldığını; Her kim (benliğini) arındırırsa, kesinlikle mutluluğa erişecektir. Onu (karanlığa) gömen ise hüsrandadır.[74]
            İmtihanın adil olması için gerekli ilk öge, insanın kazanmaya (felah) da kaybetmeye (hüsran) de elverişli olmasıdır. Bunu izleyen ikinci öge ise, hayatın belli ölçülerde insanın önünde boyun eğecek bir tarzda bulunmasıdır.[75] Zira insanın bir görevle sorumlu tutulması, o görevi yerine getirmeye kabiliyetli olması halinde anlamlı ve adil olur. Kur’an insanlığın görevlendirilmesinde temel ilke olarak bunu kabul eder. (2, Bakara, 286) İnsanın bir şey yapmaya kabiliyetli oluşu ise, aynı zamanda o şeyi yapmama yeteneğini de beraberinde getirir. Şayet bu iç içelik söz konusu değilse kabiliyetten değil, zorunlu rolden söz etmek gerekir. Oysaki Kur’an’da insan için zorunlu bir rolden değil, çift kutuplu bir potansiyel iç içelikten söz edilmekte olduğu açıktır. (91, Şems, 7-8; 76, İnsan, 2-3)[76] 
            Görülüyor ki bütün tabiat Allah’a otomatik bir iradeyle itaat ettiği halde, insan eşit olarak itaat etmek veya etmemekte serbest bırakılmıştır.[77]
            Bu vasıfta olan insana Allah iyi ve kötü yolu göstermek için, akıl, peygamber ve kitaplarla destekleyerek onun doğru yolu bulmasında kendisine yardım etmiştir. Ama buna rağmen bazı insanlar kendi iradeleriyle iyiyi seçerken, bazıları ise ma’siyeti tercih etmişlerdir.
            Böylece Kur’an, insanın eliyle oluşturduğu olayların mukadder (predetermined) bir şey olduğu anlayışına yer vermemektedir.[78] Ama tabiî ve kevnî hadiselerin önceden tespit ve tayin edilmesinde bir sakınca yoktur. İnsana gelince, o sorumlu bir varlıktır. İnsanın sorumluluğu oranında hürriyeti olması, sınırları Allah tarafından çizilmiş sahada insanın kendi kaderini kendisinin belirlemesi kadar tabiî bir şey yoktur.[79] Bu sınırlar içerisinde insanın davranışları önceden belirlenmiş olamaz. Zira Kur’an tarihi seyir içinde doğrudan doğruya etken olarak insan fiillerini kabul etmekte, bununla birlikte diğer haricî etkenlerin rolünü de tamamen inkar etmemektedir. Kur’an’a göre tarihe şekil veren insanlıktır.[80]
            Kur’an insan davranışlarının belirlenmesinde gerek dahilî gerekse haricî faktörlerin rolünü inkar etmemekle birlikte, insanı etkileyen bu unsurların, bizzat insan tarafından üretildiğini söylemektedir. Böylece Kur’an’ın tarihin direksiyonunu insanın eline vermiş olduğunu söyleyebiliriz.[81]
            İnsan belli bir alanda kendi kaderini kendisi tayin etmektedir. Ama insanın yaptığı bu davranışları Allah’ın önceden ezelî ilmi ile bilmesi onun yapıp-ettiklerini engeller mi? İnsanlar yaptıkları davranışları Allah öyle bildiği için mi yapıyorlar? Yoksa Allah’ın ilmi insanların davranışlarına mı bağlıdır? Bu konuda gerek kelamcılar, gerekse felsefeciler çeşitli münakaşalara girmişler ve her biri kendi dünya görüşleri ve bakış açıları doğrultusunda çözüm bulmaya çalışmışlardır. Kelamcılar “ilim maluma tabidir” kaidesini getirerek Allah’ın ilmini insan davranışlarına tabi kılarken, felsefeciler ise insan fiillerini cüziyyattan kabul edip, Allah’ın ilminin küllî olanları bilip, cüz’î olanları bilmediğini veya insan davranışlarının Allah’ın ilminin konusu olmadığını ileri sürerek bir çözüm bulmaya çalışmışlardır. Bu Allah’ın ilmi konusu başlı başına bir konu olup, bizim tez sınırlarımızı zorlayacağı için bu konunun ayrı bir çalışma olarak yapılması gerektiğini düşünüyor ve bu konuyu şimdilik şu şekilde noktalamak istiyoruz: Allah kuşatıcı ilmi sayesinde insanın hidayet ve iyiliği mi, yoksa sapıklık ve kötülüğü mü tercih edeceğini bilir. Ama bunları Allah’ın bilmesi baskı ve dikte etme anlamına gelmez.[82] Bu Allah’ın koyduğu sünnetullah çerçevesinde vuku bulan veya bulacak olanın açığa çıkmasıdır. Söz konusu sünnetullah mükellefiyet, mükafat ve cezanın üzerine bina edildiği tercih yasasıdır.[83] Fakat bu çözümünde tatmin edici olduğunu söylemek mümkün değildir.
            Bu önemli noktaların altını çizdikten sonra Kur’an’da içerisinde kader kelimesi geçmediği halde cebrî bir yaklaşım sezilen ve insanın fiillerinin önceden tayin ve tespit edildiği imajını veren ayetleri incelememiz gerekir. Bunlardan ilki 57 Hadid süresinin 22. ayetidir: “Yeryüzüne ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce bir kitapta yazılmış olmasın. Doğrusu bu Allah için kolaydır.”
            Bu ayetteki musibetin anlamı, insana şiddetle dokunan hadise ve felakettir.[84] Arzdaki musibet, kuraklık, kıtlık, hayvanlara, binalara araziye ait afetler ziyanlar ve zelzelelerdir. Nefislerdeki musibetler ise ölüm, hastalık, açıklık, işkence susuzluk ve fakirlik gibi acılardır.[85] Musibetlerin yaş ve kuru ne varsa her şeyin bir kitapta olması,[86] bizzat onların varlıkları anlamında değil, var olmaları için tabi olacakları kanunlar ve kurallar anlamındadır.[87] Bu anlamı ez-Zemahşerî’nin şu yorumu güçlendirmektedir: “Allah musibetleri yaratmadan önce hangi durumlarda insanın başına musibetler geleceğini tesbit etmiştir.[88] Yani Allah her varlık cinsi için bir kanun vaz’ etmiştir. Olaylar bu kanunlar çerçevesinde cereyan etmektedir.
            İnsanın başına kendi fiili sonucu musibet gelebileceği gibi, Allah’ın insanı imtihan etmesi için de [89] onun başına musibet gelebilir. “Başınıza gelen herhangi bir musibet ellerinizle işlediklerinizden dolayıdır.”[90] “Başlarına kendi işlediklerinden dolayı bir musibet geldiğinde…”[91] gibi ifadeler musibetlerin gelmesinin müsebbiplerinin insanlar olduğunu, ortam oluşunca, şartlar yerine gelince musibetlerin geldiğini haber vermektedir.
            Bu ayete göre, şayet kulun çalışması ve tercihi olmaksızın yazılan şeylerin hepsi vuku bulmuş olsaydı, Allah’ın emir ve nehyine, imtihan etmesine, va’d ve vaîde yani itaat edenin sevaba müstehak olması, yasaklanan fiili işleyen kimsenin de îkaba müstehak olmasına gerek kalmazdı. Bilakis bu abesle iştigal olurdu. Oysa ki adalet ve hikmet sahibi olan Allah (c.c) bütün bunlardan münezzehtir.[92]
            Tetkik edilmesi gereken diğer bir ayet de şudur: “Bu (mesaj) bütün insanlık için bir öğüt ve hatırlatmadan başka bir şey değildir. Doğru yolda yürümek isteyen her biriniz için. Ama Allah bütün alemlerin Rabbi, (o yolu size göstermeyi) dilemedikçe siz onu dileyemezsiniz.[93] Bu ayet insan iradesini ve hürriyetini ortadan kaldırmaz. yani, onu isteyebilirsiniz, çünkü ancak Allah insana bağışladığı olumlu içgüdüler yoluyla ve peygamberlerine indirdiği vahiyler aracılığıyla size doğru yolu göstermek istemiştir. Bu da doğru yolu seçmenin Allah’ın evrensel rehberliğinden yararlanmak isteyen herkese açık olduğuna işarettir.[94] İnsan ancak Allah’ın iradesi ve dilemesi sınırları dahilinde dileyebilir. Beşerin dilemesi ve iradesi Allah’ın iradesinden müstakil değildir. Allah insanın iki yoldan birini, ya hidayet yolunu ya da dalâlet yolunu seçecek kabiliyette irade buyurmuştur.[95] İnsandaki bu irade ve dileme Allah’ın takdiridir. Belli sınırlar içerisinde insan seçme hakkına sahiptir. Bu hakkı ona vermeyi Allah dilemiştir. Şayet insan Allah’ın dilediği zaman dileyip, dilemediği zaman da dilememiş olsaydı, insanı sorumlu tutmanın, imtihan etmenin ve hesap sormanın bir manası kalmazdı. Belli sınırlar içinde Allah irade etmemizi dilemiştir. Aksi takdirde insan programlanmış bir robot haline gelirdi.
            Hamdi Yazır bu ayeti, Allah’ın sizin dilemenizi dilemesi, iradenizi irade etmesiyle diliyorsunuz.[96] şeklinde izah etmiştir. yani biliniz ki ihtiyarınızda olan bu dileme Allah’ın size sunduğu bir lütuftur. Şayet Allah sizin için dileme hürriyetini dilememiş olsaydı, sizin herhangi bir hürriyet ve iradeniz olmazdı. Çalışmalarınızda mecbur olurdunuz. Tıpkı güneş ve ay gibi.[97] Yukarıda verdiğimiz bu ayetin sibakı bu anlamı güçlendirmektedir.
            Bu ve buna benzer Kur’an ayetlerini bir bütün olarak ele almak gerekir. Kur’an’ın bütünlük ilkesini gözardı ederek tek bir ayeti ele alıp hüküm çıkarmak yanlış çıkarımlara yol açabilir. Kur’an’da “şâe” ve türevlerinin geçtiği ayetler incelediğinde bunların insanın iradesini selbetmediği görülecektir.
İnsanın iradesini ve hürriyetini selbettiği düşünülen bir başka ayette şudur: “De ki: “Bizim başımıza, asla Allah’ın bizim için yazdığından başka bir şey gelmez! O bizim yüceler yücesi efendimizdir; o halde inananlar (yalnızca) Allah’a güvensin.”[98] Bu ayet insanın davranışlarının önceden tesbit ve tayin, yani alın yazısı anlamına gelmez. Çünkü bu ayeti Kur’anî bütünlük ve siyak sibak kriterleri çerçevesinde düşündüğümüzde Allah’ın Müslümanlar için yazdığı şey, ya şehit olmaları ya da gazi olmalarıdır. [99] Bir sonraki ayette Allah: “Bize iki iyiden (gazilik ve şehitlik) başka bir şeyin gelmesini mi bekliyorsunuz?”[100] buyurmaktadır. Bu “iki iyi” sözcükleri hemen hemen çoğu tefsirlerde gazilik ve şehitlik anlamında yorumlanmıştır.
            Önceden tespit ve tayinle ilgisi olduğu iddia edilen ve aynı zamanda kader kelimesinin türevinin geçtiği diğer bir ayet de 33 Ahzab süresinin 38. ayetidir: (o halde,) Allah’ın kendisi için takdir ettiği şeyi (yapmasından dolayı) Peygambere hiçbir suç isnat edilemez. (gerçekte bu) sizden önce gelip geçenler için de Allah’ın bir uygulamasıydı, ve (şunu unutma ki) Allah’ın iradesi mutlaka tecelli eder.”[101] Bu ayette geçen “ve kane emrullahı kaderan makduran” ifadesi Allah’ın daha önceden her şeyi planladığı ve ona göre olayların vuku bulduğu şeklinde yorumlanmıştır. Ayetin öncesine baktığımız zaman Hz.Peygamber’in Zeynep bt. Cahş ile evliliğinden söz etmektedir. Hz.Peygamber evlatlığı Zeyd b. Harise’yi Zeynep’le evlendirmişti. Fakat bu çift geçinemediler. Zeyd bir süre sonra Hz.Peygamber’e gelerek ayrılmak arzusunda olduğunu dile getirdi. Bunun üzerine Hz.Peygamber halkın dedikodusunu düşünerek ayrılmalarını uygun bulmasına rağmen, bunu Zeyd’in yüzüne söylemedi ve ona sadece “Aileni yanında tut. Allah’tan kork.” deyince, Allah ona şöyle buyurdu: “Allah’ın açığa vuracağı şeyi insanlardan gizliyorsun. Oysa asıl korkmana layık olan Allah’tır. Allah’ın farz kıldığını işlemek konusunda peygambere hiçbir vebal yoktur. Allah’ın emri böyle olup yerine gelecektir.”[102] Bu son cümlenin anlamı şudur: Peygamberlerin Allah’tan bir emir aldıklarında bu görevi hemen yerine getirmeleri bir kanundur. Allah Peygamberine bir şey emrettiği zaman bütün dünya karşı çıksa bile peygamber bu emri yerine getirmelidir.[103] Geleneksel bakış açısına sahip tefsir alimleri bu ayeti ezelde değişmeyen, tebdil edilemeyecek olan kesinleşmiş bir hükmün yerine gelmesidir.”[104] şeklinde yorumlamışlardır. Halbuki bu hüküm mazi ile ilgili değildir. Müslümanların gelecekte uyacakları şer’î bir hükmün ortaya konmasıdır. [105] Yani Allah’ın emri yerine getirilebilecek bir emirdir. Allah’ın meşru kıldığı şey meşrudur. Allah, Hz.Peygamber’e Zeyd’in karısıyla evlenmesini meşru kılınca veya emredince başkalarından çekinerek bunu yerine getirmemek ona yakışmaz şeklinde anlaşılmalıdır.[106]
            Son olarak ele alacağımız bir başka ayet de şudur: “Allah (önceki mesajlarından) dilediğini yürürlükten kaldırır, dilediğini bırakır, pekiştirir, Çünkü vahyin kaynağı onun katındadır.”[107] Yani neshini irade ettiğini nesheder, dilediğini onun yerine koyar, yahut divan-ı hafazadan dilediğini siler, başkasını sabit bırakır, tevbe edenlerin günahlarını ve küfürlerini giderir. İyiliklerini, imanlarını ve taatlerini sabit kılar. Yahutta eceli yaklaşanı öldürür veya öldürmez.[108] Çünkü kitapların anası onun yanındadır Allah daima Yaratmayla meşgul olmaktadır.[109] O, kainatı ve insanları yarattıktan sonra, onları kendi hallerine bırakıp kendisi atıl bir vaziyette durmamaktadır. Görülüyor ki bu ayet değişmez surette alınyazısı anlamında kader manasını nefyeder.[110] Eğer her şey önceden tayin ve tespit olunmuş olsaydı, bu değişikliklerin olması lüzumsuz olurdu. Oysa ki ayet Allah’ın faal konumundan bahsetmektedir. Ayrıca Allah’ın silmesi ve tespit etmesi onun kendi koyduğu kanunlara bağlıdır.[111]
musabagci@hotmail.com
www.musabagci.tr.gg

[1] İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, V, 74; Ragıb el-Isfahânî, el-Müfredat s. 596; İbn Faris, Makâyîsu’l-luga V, 62; İbrahim Mustafa ve ârkadaşları, el-Mu’cemu’l-Vasît, s. 718; L. Gardet, el-Kaza ve’l-Kader mad. Encyclopedia of İslâm, IV, 365; D. B. Macdonald, Kader mad. MEB. İslâm Ansiklopedisi, VI, 41; Ayrıca 54 Kamer 49.
[2] İbn Manzur, a.g.e, V, 74; el-Isfahânî, a.g.e, s. 595,96; Macdonald, Kader, MEB. İ.A VI, 41; İbrahim Mustafa, a.g.e, s. 718; 5, Maide, 34; 16, Nahl, 175; 39, Zumer, 67; 48, Feth, 21; 57, Hadid, 21.
[3] İbn Manzur, a.g.e, V, 74; İbrahim Mustafa, a.g.e, s. 718 ; L. Gardet, el-Kaza ve’l-Kader, E.İ, IV, 365.
[4] İrfan Abdülhamit, İslâmda İtikadi Mezhepler ve Akaid Esasları, (Çev: M. Saim Yeprem), s. 267, 268.
[5] İbn Manzur, a.g.e, V, 77; el-Isfahânî, a.g.e, s. 596; İbn Faris a.g.e, V, 62; İbrahim Mustafa, a.g.e, s.718; L. Gardet, el-Kaza ve’l-Kader, E.İ. IV, 365 ; 13 Ra’d 26 ; 17, İsra, 30; 28, Kasas, 82; 42, Şura, 12, 27 ; 65, Talak, 7.
[6] İbrahim Mustafa, a.g.e, s. 718 ; İbn Hazm, Kitabu’l-Fasl fi’l-Milel ve’l-Ehvai ve’n-Nihal, III, 51,52 ; Macdonald, Kader mad. MEB. İ.A. VI, 41 ; 54, Kamer, 12; 80, Abese, 19 ; 87, A’la, 3.
[7] Kemaleddin Ahmed el-Beyâzî, İşaratu’l-Meram min İbarati’l-İmam, s.264 (Nesefi’den naklen)
[8] Makdonald, Kader mad. İ.A. VI,41; İbn Faris a.g.e, V,63 ; Okyanus, Ansiklopedik Sözlük, Kader mad. III, 1314 ; 33, Ahzab, 38.
[9] Macdonald, Kader mad, MEB. İ.A, VI, 41.
[10] Ebu Mansur el-Maturidî, Kitabu’t-tevhid, s. 307; Ahmed es-Savi, Haşiyetu’s-Savi ala tefsiri’l-Celaleyn, IV, 151; Halebî, el-Lum’a fi tahkîki mebâhisi’l-vucûd ve’l-hudûs ve’l-kader ve’l-ef’âli’l-ibâd, (tah: M. Zahid Kevseri) s. 35; Ali Arslan Aydın, İslâm İnançları ve Felsefesi, s. 255.
[11] el-Beyazi, a.g.e, s.265; Seyyid Şerif el-Curcânî, Şerhu’l-mevâkıf, s. 428; es-Sâvî, Haşiyetu’s-Sâvî, a.g.e, IV, 151; et-Taftazânî, Kelam İlminin Belli Başlı Meseleleri, s. 160 (Çev: Şerafettin Gölcük) ; Aydın, a.g.e, s. 255.
[12] el-Curcânî, a.g.e, s. 428; İbn Sina Kaderi “Allah’ın ilmine göre varlıkların cereyan etmesidir” şeklinde tanımlar. eş-Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, III, 135; Abdulkerim el-Hatib, el-Kaza ve’l-Kader, s. 177. Ayrıca İbn Sina ve bazı filozoflar kazanın önce geldiğini ve kaderin, kazanın Allah’ın iradesiyle ortaya çıkan şekli olduğunu ileri sürmüşlerdir. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, VII, 5206 ; Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 176
[13] el-Beyâzî, a.g.e, s. 265; es-Sâvî, Haşiyetu’s-Savi, IV, 151.
[14] J.M.S.Baljon, Kur’an Yorumunda Çağdaş Yönelimler, (Çev: Ş.Ali Düzgün) Fecir yay, Ankara, 1994, s. 35
[15] Baljon, a.g.e, s. 35
[16] Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur’an, (Çev: Alpaslan Açıkgenç), s.80-81
[17] Seyyid Sabık, el-Akidetu’l-İslâmiyyei, s. 95 ; Ahmed Muhammed Ali Davud, Akidetu’t-tevhîd, s. 187; Muhammed Naim Yasin, el-İman erkanuhu,hakîkatuhû ve nevakıduhû s. 125
[18] Yasin, a.g.e, s. 125
[19] Hüseyin Atay, Kur’an’a Göre İslâm’ın Temel Kuralları, s. 12
[20] Hüseyin Atay, Kur’an’a Göre İman Esasları, s. 85
[21] Atay, a.g.e, s. 13
[22] İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, V, 74,78 ; İbn Faris, el-Mekayîs, V, 62,63; el-Isfahânî, a.g.e, s. 403; Atay, Kur’an’a göre İman Esasları, s. 89.
[23] 54, Kamer, 49.
[24] A. Yusuf Ali, The Holy Qur’an, 54, Kamer, 49’a ait dipnot.
[25] ez-Zemahşerî, el-Keşşaf, IV, 441.
[26] Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, VII, 4654.
[27] 25, Furkan, 2.
[28] Muhammed Esed, Kur’an Mesajı Meal-Tefsir, II, 726 3. dipnot.
[29] ez-Zemahşerî, el-Keşşaf, III, 88.
[30] Ebu’l-A’la el-Mevdudî, Tefhîmu’l-Kur’an, III, 88.
[31] Ahmed es-Sâvî, Haşiyetu’s-Sâvî, III, 151; İbn Cerîr et-Taberî, Câmiu’l-beyân, XVIII, 180.
[32] 6, En’am, 91.
[33] es-Sâvî, Haşiyetu’s-Sâvî, III, 151; Reşid Rıza, Tefsîru’l-menâr, VII, 611.
[34] 13, Ra’d, 26: The Holy Qur’an, s. 611.
[35] Yususf Ali, The Holy Qur’an, s. 611.
[36] Hüseyin Atay, Kur’an’a Göre İman Esasları, s. 90.
[37] ez-Zemahşerî, el-Keşşaf, II, 663.
[38] 20, Taha, 40.
[39] et-Taberî, Câmiu’l-beyân, XVI, 112; el-Kurtûbî, el-Câmiu li ahkâmi’l-Kur’ân, XI, 198.
[40] 87, A’la, 3.
[41] Yusuf Ali, The Holy Qur’an, s. 1723.
[42] 20, Taha, 50.
[43] 91, Şems, 8.
[44] 54, Kader, 12.
[45] 65, Talak, 3.
[46] Murtaza Mutahharî, İnsan ve Kader, (Çev: Fatma Bostan), s. 94.
[47] 43, Zuhruf, 11.
[48] Atay, Kur’an’a Göre İman Esasları, s. 90.
[49] Talat Koçyiğit, Münakaşalar, s. 146 ; Saim Yeprem, İrade Hürriyeti ve İmam Maturidî, s. 146.
[50] İnsanın sorumluluğu ile ilgili diğer ayetler için bkz: 18, Kehf, 29-31; 21, Enbiya 45, 47; 36, Yasin, 54;
[51] Koçyiğit, a.g.e, s. 147; Yeprem, a.g.e, s. 147.
[52] 42, Şura, 49-50.
[53] 76, İnsan, 29-30.
[54] 10, Yunus, 99-100.
[55] 81, Tekvir, 27, 82, 29; Krş: 76, İnsan, 29-30; 74, , 54-56.
[56] el-Gurabî, Târihu’l-Fırak, s. 24; Ebu’l-Vefa et-Taftazânî, Kelam İlminin Belli Başlı Meseleleri, (Çev: Şerafettin Gölcük) 1980 s. 158 ; Muhammed Behiy, İslâm Düşüncesinin İlahî Yönü, s. 106.
[57] Mutahharî, İnsan ve Kader, s. 31.
[58] Mutahharî, a.g.e, s. 38.
[59] Akbulut, Allah’ın Takdiri Kulun Tedbiri, AÜİF der. XXXIII, 138; et-Taftazânî, a.g.e, s. 62.
[60] Akbulut, a.g.m, AÜİF der. XXXIII, 138. 
[61] Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur’an, s. 65.
[62] Halis Albayrak, Kur’an’ın Kur’an’la Tefsiri, s. 36.
[63] Akbulut, a.g.m, XXXIII, 138.
[64] Mutahharî, İnsan ve Kader, s. 37.
[65] Ebu’l-Hasen Ali b. el-Eş’arî, Kitabu’l-İbane, s. 4.
[66] Halis Albayrak, a.g.e, s. 49.
[67] Albayrak, a.g.e, s. 102.
[68] 67, Mulk, 2.
[69] 17, İsra, 71; 69, Hakka, 19-24 ; 84, İştikak, 10-15.
[70] 67, Mulk, 6-8 ; 74, Muddessir, 26-31; 9, Tevbe, 72 ; 13, Ra’d, 23.
[71] Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur’an, (Çev: Alpaslan Açıkgenç), s. 156; 21, Enbiya, 22; 27, Neml, 60.
[72] Mahmud Şeltut, Akaid ve Şeri’at, (Çev: Muharrem Tan), s. 60.
[73] Fazlurrahman, a.g.e, s. 81, 82 ; Mehmet Aydın, Din Felsefesi, s. 136.
[74] 91, Şems, 7-10.
[75] 22, Hacc, 65 ; 45, Casiye, 12.
[76] Ömer Özsoy, Kur’an’da Sünnetullah Kavramı, s. 113.
[77] Fazlurrahman, a.g.e, s. 153.
[78] Ömer Özsoy, a.g.e, s. 89.
[79] Akbulut, a.g.m, A.Ü.İ.F. der. XXXIII, 141.
[80] Özsoy, a.g.e, s. 91.
[81] Özsoy, a.g.e, s. 87.
[82] Şeltut, Akaid ve Şeriat, s. 61; Gazalî, Akîdetu’l-Muslim, s. 114.
[83] Şeltut, a.g.e, s. 61.
[84] Yazır, Hak Dini, VII, 4754.
[85] Yazır, a.g.e, VII, 4754 ; ez-Zemahşerî, el-Keşşaf, IV, 479.
[86] 6, En’am, 59.
[87] Akbulut, a.g.m, A.Ü.İ.F. der. XXXIII, 143; Numan Zeki Ahmed, el-Kazâ ve’l-Kader, s. 36.
[88] ez-Zemahşerî, a.g.e, VI, 85.
[89] 2, Bakara, 155, 156.
[90] 42, Şura, 30 ; 13, Ra’d, 11; 24, Nur, 63; 30, Rum, 41.
[91] 4, Nisa, 62.
[92] Ahmed, a.g.e, s. 36.
[93] 81, Tekvir, 27-29 ; 76, İnsan, 30.
[94] Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, Meal-tefsir, III, 1241.
[95] Seyyid Sabık, el-Akaidu’l-İslâmiyye, s. 105.
[96] Yazır, a.g.e, VIII, 5626.
[97] Ahmed, a.g.e, s. 24.
[98] 9, Tevbe, 51.
[99] İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-azîm, II, 322; Taberî, Câmi’u’l-beyân, XIV, 291.
[100] 9, Tevbe, 52.
[101] 33, Ahzab, 38.
[102] 33, Ahzab, 37-38.
[103] el-Mevdudî, Tefhîmu’l-Kur’an, IV, 380.
[104] Mehmed Vehbi Efendi, Hulâsatu’l-beyan, XI, 4437; Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’an-ı Kerim’im Türkçe Meali Alisi ve Tefsiri, VI, 2810-1; Muhammed Ali Sabunî, Safvetu’t-tefâsir, II, 528.
[105] Hüseyin Atay, Kur’an Göre İman Esasları, s. 95.
[106] Ahmet Akbulut, İlk Devir Siyasi ve içtimai Problemleri, (Basılmamış Doktora Tezi), s. 281.
[107] 13, Ra’d, 39.
[108] el-Beydavî, Envaru’t-tenzîl ve esraru’t-te’vîl, I, 626; ez-Zemahşerî, el-Keşşaf, II, 534 ; Yazır, Hak Dini, IV, 3002.
[109] 55, Rahman, 29.
[110] Atay, a.g.e, s. 94.
[111] Atay, a.g.e, s. 94.
PROF. DR.H. MUSA BAĞCI WEB SİTESİ
 
Facebook beğen
 
ANLAMLI SÖZLER
 
BUGÜNKÜ HANEFİ FAKİHLERİ, TIPKI İMAM EBU HANİFE TAKLİTÇİLERİNİN MUŞAHHAS OLAYLAR ÜZERİNE VERİLEN HÜKÜMLERİ EBEDİLEŞTİRDİKLERİ GİBİ, KENDİ MEZHEBİNİN RUHUNA AYKIRI OLARAK İMAM EBU HANİFE'NİN YORUMLARINI EBEDİLEŞTİRMİŞLERDİR. BU İTİBARLA, İÇTİHAT KAPISININ KAPANMIŞ OLMASI, KISMEN FIKIH KAVRAMININ BİLLURLAŞMIŞ OLMASINDAN, KISMEN DE EMEVİLERİN ÇÖKÜŞ DÖNEMİNDE BÜYÜK DÜŞÜNÜRLERİ PUTLAR HALİNE GETİREN ZİHNİ TEMBELLİK YÜZÜNDEN MEYDANA GELEN EFSANEDİR. EĞER DAHA SONRAKİ ALİMLER BU EFSANEYİ SAVUNMUŞLARSA BUGÜNÜN İSLAM DÜŞÜNCESİ, BU GÖNÜLLÜ TESLİMİYETE BOYUN EĞMEK ZORUNDA DEĞİLDİR. (M. İKBAL, İSLAMDA DİNİ DÜŞÜNCE, S. 238)

"ŞU HSUSUSU GERÇEKLEŞTİRMEK VE İNSANLARI ONA ÇAĞIRMAK İÇİN BÜTÜN GÜCÜMLE ÇALIŞTIM. BUNLARDAN BİRİSİ, DÜŞÜNCEYİ TAKLİT ZİNCİRİNDEN KURTARMAK; DİNİ, TEFRİKAYA DÜŞMEDEN, İLK MÜSLÜMANLARIN ANLADIKLARI ŞEKİLDE ANLAMAK VE ONU AKLIN AŞIRILIKLARINDAN KORUMAKTIR. (ABDUH, TEVHİD, S. 49)
ANLAMLI SÖZLER
 
ŞİMDİ İNSAF EDELİM, BU RUH HALİ İLE BİZİM İÇİN TERAKKİ İMKANI VAR MIDIR? BİZ BU CEHALET VE TAKLİT KÖTÜLÜĞÜYLE ŞİMDİKİ MEDENİYETİN ŞİDDETLİ CEREYANLARINA KARŞI DİNİMİZİ, MİLLETİMİZİ NASIL MUHAFAZA EDEBİLİRİZ? MİLLET BU BATIL AN'ANELERDEN KURTARILMADIKÇA, İSLAM'IN ASLİ HAKİKATLERİ BÜTÜN SAFİYETİYLE AÇIĞA ÇIKARILMADIKÇA BEN BUNUN İMKANINI GÖREMİYORUM. TERAKKİNİN ESASI CEHALETTEN İLME, TAKLİTTEN TAHKİKE GEÇMEKTİR. CEHALETLE VE TAKLİTLE HİÇ BİR ZAMAN TERAKKİ EDEMEYECEĞİMİZ GİBİ, DİNİMİZİ DE MİLLETİMİZİ DE MUHAFAZA EDEMEYİZ. GENÇLERİMİZ DİNSİZ OLUYOR DİYE BUGÜN ŞİKAYET EDİYORUZ. ELBETTE OLURLAR. BİZİM ŞİKAYETE HAKKIMIZ YOKTUR. BÜGÜNKÜ MEDENİYETİN İLİM VE FENLERİNDEN AZ ÇOK NASİBİNİ ALMIŞ DİMAĞLAR, ARTIK HURAFE DİNLEYEMEZ. ONLARI İSLAMI'N KATİ HAKİKATLERİYLE AYDINLATMAK GEREKİR. (SEYYİD BEY, İSMAİL KARA'NIN TÜRKİYE'DE İSLAMCILIK DÜŞÜNCESİ KİTABINDAN S. I/225.)
Peygamber (s.av)'e Bakışımız
 
"İslam Peygamberini eski dünya ile modern dünyanın ortasında durmuş görmekteyiz. Hz.Peygamber (s.a.v) bildirmiş olduğu vahyin kaynağı bakımından eski dünyaya, fakat bildirmiş olduğu vahyin ruhu bakımından modern dünyaya bağlıdır. Onun gelişi ile hayat aldığı yeni istikamete uygun yeni kaynaklar keşfetmiştir."
Allame Muhammed İkbal

Hz.Peygamber'in bir insan, beşer peygamber olduğunu söylerken, onun sıradan ve standart bir insan olduğu anlaşılmamalıdır. Aksine o, yüksek karakteri ve sahip olduğu yüce ahlaki yapısıyla hem peygamberlik öncesi hem de sonraki yaşantısıyla "farklı" olduğu dikkatlerden kaçmamıştır. Onun farklılığı "tür farklılığı" değil, "nitelik ve kalite farklılığı"dır. Kur'an'ın açık ve kesin ifadelerine rağmen onu insanüstü göstermek, onu bir melek veya yarı-ilah seviyesine çıkaracak ifadeler kullanmak ona yapılabilecek en büyük haksızlıktır.
GÜZEL SÖZLER
 
"KANAATİMCE EVRENİN ÖNCEDEN DÜŞÜNÜLEREK YAPILMIŞ BİR PLANIN ZAMANLA BİLGİLİ BİR ŞEKİLDE İŞLEYİŞİ OLDUĞU YOLUNDAKİ GÖRÜŞTEN KUR'AN-I KERİM'İN GÖRÜŞÜNE DAHA YABANCI BİR ŞEY OLAMAZ" (MUHAMMED İKBAL )
.Hakikati bulan, başkaları farklı düşünüyorlar diye, onu haykırmaktan çekiniyorsa, hem budala, hem de alçaktır. Bir adamın "benden başka herkes aldanıyor" demesi güç şüphesiz; ama sahiden herkes aldanıyorsa o ne yapsın?
Daniel de Foe (Cemil Meriç, Bu Ülke adlı kitabından)

Kur'an'a göre seçilmiş halk ve ırk yoktur. Tek üstünlük ölçüsü, Allah'ın dinine bağlılıktır. İslam, insanları tek dil, kültür ve coğrafyada değil, tevhid inancı etrafında birleştirir ve ümmet fikrini telkin eder. İslam, Hıristiyanlığın mutlak ferdiyetçiliğini ve yahudiliğin ırkçılığını reddeder. Kur'an'a göre değer ölçüsü Allah'ın rızasına uygun güzel faaliyet ve davranışlarıdır (amel-i salih). Her etnik grubun insani ve yasal hakları korunmak suretiyle İslam kardeşliği ve eşitliği ilkesi temel olmalıdır. İslam kardeşliği ve eşitliği prensibine aykırı düşen ve ırkçılığı telkin eden rivayetlere ihtiyatla ve mesafeli yaklaşmak gerekir.

Ünlü bilgin Cahız der ki: Geçmişe körü körüne teslim olmak, taassuba, heva ve heves sahibi olmaya yöneltir. Atalara uymak, insanların aklını esir alır. insanları körleştirir, sağırlaştırır. Bu yüzden dini, nazar ve araştırma yolu ile öğrenmek gerekmektedir.

Tevekkül, toplumda yaygın anlayışa göre kişinin görev ve sorumluluğunu Allah'a fatura ederek tembellik, miskinlik ve uyuşukluk yapması değil, bilakis Kur'an'a göre insanın herhangi bir konuda kendi üzerine düşen sorumluluğu yerine getirdikten sonra akabinde ortaya çıkabilecek engellerin bertaraf edilmesi için Allah'a güvenmek ve dayanmaktır. (11, Hud, 123; 14, İbrahim 12 vd.)

Dinde zorlama yoktur. İnsana düşen öğüt, nasihat ve tebliğdir. Zorlama ve baskı ile gerçekleşen imana iman denilemez. İçselleştirilmiş, içten, sahici ve samimi iman gerçek imandır. Hz.Peygamber ve onun değerli ashabı bu sahici ve samimi iman sayesinde insanlık tarihindeki büyük değişim ve dönüşümü gerçekleştirmiştir.

Dua,insanın Allah ile iletişimidir. Kur'an, Allah'a yapılan duaların kişinin işlediği salih ameller tarafından Allah katına yükseltileceğini bildirir. (35, Fatır, 10) Duanın kabulü için amel-i salih esastır. Hz.Peygamber duasının kabul olması için dua etmeden önce sadaka vermeyi prensip edinmiştir. Türbelerden, evliya gibi zatlardan, diğer kişi ve gruplardan kendileri aracı yapılarak istekte bulunmak insanı şirke götürebilecek yaklaşımlardır. İnsanı Allah'a yaklaştıran sadece güzel faaliyet ve davranışlardır (amel-i salih).(maide 35; İsra 57).

İslam, sadece uygulanması gereken ilkelerden ibaret olmayıp, aynı zamanda nezaket, incelik, kibarlık ve centilmenliktir. (31, Lokman, 19; 49, Hucurat, 2-4).

Allah'ın varlığını ve her şeyin yaratıcısı olduğunu kabullenmek tevhidin en yüzeysel anlamıdır. Zira bu anlamda putların kendilerini Allah'a ulaştıracağını söyleyen ve Allah'ın varlığına inanan müşriklerin asgari anlamda tevhidi kabul ettikleri söylenebilir. Oysa ki İslam'ın gerçek anlamda tevhidden kastı, Allah'ın varlığını ve birliği ve her şeyin yaratıcısı olduğunu kabulle birlikte Allah'ı değer koyucu bir otorite olarak kabul edilmesi, yani onun peygamberler aracılığıyla gönderdiği mesajlara boyun eğilmesidir. İşte bir müşrik ile müslüman arasındaki temel fark budur.

Ahiret tövbe yeri değil, hesap verme yeridir. Tövbe fırsatı insana bir defa sadece dünya hayatında verilmiştir. Bu yüzden İslam karma, tenasuh veya yeniden dünyaya farklı varlıklar şeklinde gelme gibi anlayışları tasvip etmez, reddeder.
 
Bugüne kadar 264361 ziyaretçi (497803 klik) kişi burdaydı!
webmaster: H.Musa BAĞCI Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol