1972 yılında Libya'da bir İslam alimleri toplantısı yapılıyor. Toplantının konusu, ülkenin kanunlarını yabancı unsurlardan temizleme ve islâmîleştirme. Bu toplantıya katılanlar arasında Yusuf Kardavi, Muhammed ...Ebu Zehra, Ali el-Hafîf, Mustafa ez-Zerka, Subhî es-Salih, Huseyn Hâmid Hassab, Abdulaziz Âmir gibi tanınmış alimler var. Kardavî, bu toplantıda Ebu Zehra'nın çıkışını "Bir bombanın fitilini ateşledi" ifadesiyle veriyor ve –özetle- şöyle devam ediyor:
"O toplantının yıldızı tartışmasız olarak Üstad Muhammed Ebu Zehra idi. En çok o konuşuyor, her konuşanın ardından tenkitlerini ve görüşlerini ifade ediyordu. Bir ara ayağa kalktı ve şunları söyledi:
"Ben İslam Hukuku ile ilgili bir görüşümü yirmi yıl açıklayamadım, şimdi, Rabbime kavuşmadan önce, "Bana niçin açıklamadın, hak bildiğini söylemedin" diye sorulmaması için açıklayacağım. Bu görüş, evlilerin zinasının cezası olan recimle alakalıdır. Benim kanaat ve reyime göre bu ceza Yahudi şeriatında vardı, Peygamberimiz ilk zamanlarda bunu kaldırmadı, sonra Nur suresi geldi, orada zinanın cezası –evli bekar, kadın erkek herkes için yüz sopa olarak- kondu ve recim kaldırıldı.
"Bu reyimi üç delile dayandırıyorum:
1. Allah Teala Nisa suresinde, hür olmayan insanların zinasının cezası, hür olanlara verilenin yarısı kadardır" buyuruyor. Recim bölünemez bir ceza olduğuna göre cezadan maksadın yüz sopa olduğu ortaya çıkıyor.
2. Buharî'nin naklettiği bir rivayette Abdullah b. Evfâ'ya, "Recim, Nur suresi gelmeden önce mi yoksa sonra mı uygulandı?" diye soruluyor, "Bilmiyorum" cevabını veriyor. Şu halde recim uygulamasının, yüz sopa uygulamasını getiren Nur suresinden önce olması ve bu sure gelince onun kaldırılmış bulunması kuvvetle muhtemeldir.
3. "Recim cezası ayet olarak Kur'an'da vardı, lafız olarak kaldırıldı, ama hükmü kaldırılmadı" şeklindeki rivayeti akıl ve mantık kabul etmez; hükmü kalacak olan bir ayetin lafzı niçin kaldırılsın?!
"Üstad sözlerini bitirince hazır olanların çoğu ona hücuma kalkıştılar ve fıkıh kitaplarında mevcut bilgiler ile karşılık verdiler, fakat üstad görüşünde ısrar etti."
Oturum sona erince Yusuf Kardavi, Ebu Zehra'nın yanına geliyor ve bu konuda, onunkine yakın bir görüşünün olduğunu, "Recimin değişmez ceza (had) değil, uygulayıp uygulamamak yöneticilere bırakılmış "tazir" çeşidinde bir ceza" olduğu kanaatini taşıdığını ifade ediyor. Üstad Ebu Zehra bunu da kabul etmiyor ve şöyle diyor: "Yusuf, Allah'ın rahmet armağanı olan Muhammed Mustafa (s.a.)in, ölünceye kadar insanları taşladığını akıl kabul eder mi? Bu Yahudi şeriatına ait bir cezadır ve onların taş kalpli oluşlarına da uygun düşmektedir.
Sonuç:
İslam alimleri arasında recim cezasının değişmez bir ceza olmadığını veya Yahudi şeriatına ait olan bu cezayı İslam'ın kaldırdığını ve şeriat adına uygulamanın mümkün ve caiz olmadığını savunan önemli isimler vardır. Bu sebeple günümüzde İslam aleyhine kullanılan ve insanları İslam'dan korkutmaya yarayan bir cezayı sahiplenmek ve savunmak uygun değildir.
Hayrettin KARAMAN (Yeni Şafak-29.08.2010)Devamını Gör
İslam'da Sanat (estetik) anlayışı nedir?
İnsanların manevi ve estetik ihtiyaçlarını karşılayan mimarlık, heykeltıraşlık, resim, dans, müzik ve şiir gibi günmüzde "güzel sanatlar" olarak isimlendirilen sanat türleri İslam'da yasaklanmış değildir. Bilakis meşru ölçüler içinde bu tür sanat dallarının yapılmasını tavsiye etmiştir. Kültürümüzde "Allah güzeldir, güzeli sever" anlayışı hakimdir ve bu zihniyete sahip bir dünya görüşünün sanat ve estetik güzelliğe karşı olması veya bunu dışlaması mümkün değildir. Bu konudaki temel İslami ölçü, sanat ile İslam'ın genel ve ilke ve prensipleri arasında dengenin sağlanması, sanat ile inanç ve ahlak arasında uyumun ortaya çıkmasıdır. Bu sağlandığı takdirde her tür sanatın meşru olduğu izahtan varestedir. Sanat, evrensel insani değerlerin ve ahlaki ilkelerin ikamesinde ve yayılmasında teşvik edilmeli ve özendirilmelidir.
Özetle İslam'ın sanata bakışı sanatla dinin temel ilkeleri arasındaki uyum veya uyumsuzluğa göre belirlenir. Bu itibarla, sanatın dini açıdan hükmü, kullanım amacına, biçimine, dinin temel ilkelerine göre farklılık gösterecektir. Cinsi tahrike sebep olan, insanların cinsi duygularını, kadın ve erkeğin cinsi cazibesini sömürü aracı olarak kullanan, insanları kötüye, yanlışa ve çirkine yönlendiren, psikolojik travmaları yaygınlaştıran, kavgayı ve taassubu tahrik eden, tevhid inanacına aykırı olan tavır ve davranışların sanat olarak yapılmasının dinen doğru olmayacağı açıktır.
"KOCASI HAKKINDA SENİNLE TARTIŞAN VE ALLAH'A ŞİKAYETTE BULUNAN KADININ SÖZÜNÜ ALLAH İŞİTMİŞTİR. ALLAH SİZİN KONUŞMANIZI İŞİTİR. ÇÜNKÜ ALLAH İŞİTENDİR, BİLENDİR." 58 Mücadele 1
Araplar arasında bir adam karısına "sen bana anamın sırtı gibisin" deyince kadın, o erkeğe haram sayılıp kocası tarafından terkedilemesi durumuna "zıhar" adeti denirdi. Ashabtan Evs b. Sabit de karısına kızıp zıhar yapmıştı. Karısı Havle Hatun da Hz.Peygambere gidip gençliğinde kocasına hizmetler ettiğini, küçük çocukları olduğunu, şimdi bu ihtiyarlık anında kocasının zıhar yaparak kendisini zor durumda bıraktığını ifade ederek Hz.Peygamber'den tekrar kocasına dönmesi için bir hüküm ortaya koymasını talep etti. Fakat Hz.Peygamber "sen ona haramsın" hükmünü verdi. Havle kendisinin ve küçük çocuklarının perişan olacağını söylüyor ve gelip gidip kendi lehinde bir hüküm vermesini büyük bir kararlılıkla ve azimle talep ediyordu. Nihayet günler sonra vahiy geldi ve Mücadele süresinin ilk ayetleri nazil oldu. Bu ayetlerde Cenab-ı Hak zıhar geleneğinin yanlış bir zandan ibaret olduğunu, böyle sözlerle kadının kocasının anası olamayacağını bildirdi. Bu sureye "Mücadele Suresi" denmesi de Havle'nin bu mücadelesi nedeniyledir. Bkz: 58, Mücadele, 1-4.
"İnsanların Peygamberlerden öğrenegeldikleri sözlerden biri de: “Utanmadıktan sonra dilediğini yap!” sözüdür."
Sözlükte, utanma, çekinme, âr, namus, Allah korkusuyla günahtan kaçınma gibi anlamlara gelen haya kelimesi, insanın olumsuz davranışlardan kaçınarak her türlü kötülükten uzak durma duygusu şeklinde tanımlanabilir. Kur'an'da bir kaç yerde haya ve türevleriyle ilgili ayetler mevcuttur. Haya duygusu insanın yaratılışından gelen bir haslettir. Bu özelliğiyle insan diğer varlıklardan temayüz eder. Haya aynı zamanda Peygamber efendimiz tarafından imanın bir şubesi olarak nitelendirilmiştir. Bu şu anlama gelmektedir: Haya imanın kemale ermesinde önemli bir unsurdur, yoksa hayasız insanın dinden çıktığı gibi bir anlam söz konusu değildir. Yani hayasız insan sadece günahkar olur. İnancı sağlam olan insan ve haya sahibi insan, iyi amellerde bulunur ve kötülüklerden uzak durur. İnancı zayıf ve haya perdesi yırtılmış insan da her türlü kötülüğü rahat ve açıkça işleyebilir. Bu tür insanlar ne Allah'tan utanır ne de kuldan. Hz.Peygamber'in "utanmadıktan sonra dilediğini yap ! " sözü, haya perdesi yırtılmış bu tür insanların çirkinlikleri çok kolay ve rahat bir şekide yapabileceğini ifade etmektedir. Oysaki hayalı insanların bu tür çirkinlikleri yapmaları mümkün değildir. Çünkü Hz. Peygamber'in ifadesiyle “ Haya ancak hayır getirir ”, “Hayanın hepsi hayırdır .” Haya ancak insanı hayra sevkeder. Ne mutlu haya erdemiyle muttasıf olanlara.
Buhârî, Enbiyâ, 54; EbuDâvûd, Edeb, 6.
"Öyle ise emroluğun gibi dosdoğru ol. Beraberindeki tevbe edenler de dosdoğru olsunlar. Hak ve adalet ölçülerini aşmayın. Şüphesiz Allah yaptıklarınızı hakkıyla görendir." Hud, 112.
İslam Dininin öne çıkardığı insan tipinin temel özelliği doğruluk ve erdemdir. Ayette de Cenab-ı Hakk'ın belirttiği gibi müslümanlara her alanda ve her yerde erdemli davranış sergilemeleri salık verilmiştir.
Peygamberimiz efendimiz de erdemli davranışları öven pek çok tavsiyelerde bulunmuştur. Sahabeden biri "Ey Allah'ın Rasulü! Bana öyle bir öğüt ver ki ondan sonra başka hiç bir kimseden bir şey sormaya ihtiyacım kalmasın" dediğinde Hz.Peygamber (sav) şu evrensel ve değişmez ilkeyi ifade etmiştir: "Allah'a inandım de sonra da dosdoğru ol."Muslim, İman, 13, IV, 65.
Peygamberimiz mü'minleri erdemli davranışlarla çelişen davranışlardan kaçınmaya ve dürüst, güvenilir insan olmaya teşvik eden tavsiyelerde bulunmuştur. Pazarda dolaşırken sattığı malın kusurunu gizlemeye çalışan adama niçin malın kusurlu tarafını müşteriye göstermediğini sormuş ve böyle yapmanın müslüman tipolojisine uygun olmadığını belirterek "Bizi aldatan bizden değildir" ifadesini sarfetmiştir.Muslim, İman, Hn:164; Ebu Davud, Buyu, 50.
Görüldüğü üzere dürüstlük, doğruluk ferdi, içtimai, sosyal, iktisadi, ticari ve mesleki her alanda hayatın bütününde var olması gereken en önemli bir erdemdir. Her alanda dürüst olmak hem dinin ve dindar olmanın hemde insan olmanın gereğidir. Birbirlerine güven duymayan insanların yaşadığı toplumda huzur ve mutluluktan söz etmek mümkün değildir. Toplumun huzur ve güveni,iş hayatında verimlilik, insanların birbirlerine karşı dürüst davranmalarına bağlıdır.
Peygamberimiz "Kişinin kalbi doğru olmadıkça imanı doğru olmaz. Dili doğru olmadıkça kalbi doğru olmaz. Komşusu kötülüğünden emin olmadıkça cennete giremez."Ahmed b. hanbel, el-Musned, III, 198.
Allah bu konuda şöyle buyurur: "Rabbimiz Allah'tır deyip de dosdoğru olanlar var ya onların üzerine akın akın melekler iner ve derler ki " Korkmayın ve üzülmeyin, size vaad edilen cennetle sevinin."Fussilet, 30.
"DİNİ (ahiret ve hesap günüNÜ) YALANLAYANI GÖRDÜN MÜ? İŞTE O, ÖKSÜZÜ İTER, KAKAR. YOKSULU DOYURMAYA ÖN AYAK OLMAZ. ŞU NAMAZ KILANLARIN VAY HALİNE! Ki ONLAR NAMAZLARINDA GAFLET İÇERİSİNDEDİRLER. ONLAR GÖSTERİŞ YAPARLAR. EN UFAK HACETİ ESİRGERLER." 107, Maun Suresi, 1-7.
İlk üç ayette ahiret ve hesap gününü inkar eden kimselere hitaben levmedici bir soru ile başlanmış ve onların yetime şefkat göstermeyip azarladıkları ve şiddetle onu kovdukları, yoksula acımadıkları gibi onu yedirip içirmedikleri ve diğer insanları da bu işe teşvik etmedikleri anlatılmıştır. Sonraki dört ayette ise yaptıkları ibadet ve amellerinde gafil olanlar ve riya ve iki yüzlülük gösterenler, yardım ve iyiliğe mani olanlar ve en ufak haceti insanlardan esirgeyenler uyarılıp kınanmıştır.
MÜ'MİNLER BİRBİRLERİNİ SEVME, BİRBİRLERİNE ACIMA VE BİRBİRLERİNE ŞEFKAT GÖSTERME KONUSUNDA İNSAN VÜCUDUNA BENZER: VÜCUDUN BİR ORGANI AĞRIYIP SİZLADIĞINDA, DİĞER ORGANLAR DA AĞRIYIP SIZLAMAYA BAŞLAR. UYKUSUZLUK VE ATEŞE MARUZ KALARAK BİRBİRLERİNİ BU ORGANIN RAHATSIZLIĞINI PAYLAŞMAYA ÇAĞIRIR. (Buhari, 78, Edeb 27, Muslim, es-Sahih, 45 el-Birr ve's-Sıla ve'l-Adab Hn: 66.)
İslam bireyselciliği ön plana çıkaran bir din değildir. İslam bireyin hak ve hukukuna verdiği önem kadar toplumsal görev ve sorumlulukları da ön plana çıkaran ve teşvik eden bir yapıya sahiptir. İslama mensup kişi çevresinden başlayarak genişleyen daireler şeklinde dünyanın öbür ucundaki müslüman kardeşlerinin problemlerinden haberdar olması ve ferdi veya toplumsal olarak elinden gelen yardımı sarfetmesi onun müslümanlığının bir gereğdir.
Tarihte bunun en güzel örneği Ensarla Muhacirler arasında görülen kardeşlik anlaşmasıdır. Ensar kardeş kabul ettiği muhacir kardeşine dünya da eşi ve benzeri görülmemiş bir şekilde kardeşlik örneği vererek kimisi evinin yarısını kimisi, malının yarısını kimisi de fazla olan eşlerini boşayıp muhacir kardeşiyle evlendirmek suretiyle hiç br fedakarlıktan kaçınmamışlardır. Bu bizim önümüzde duran önemli bir örnektir.
İslam'ın ön gördüğü toplumsal dayanışmayı gerçekleştirmek için İslam'ı, müslümanları ve onların geleceğini kendimize problem edinmemiz, bütün müslümanları kardeşimiz olarak algılayıp, onların dertleriyle dertlenip sevinçlerini paylaşmamız gerekir. Bu bizim imanımızın ve İslam anlayışımızın gereğidir. Hz.Peygamber'in öngördüğü şekilde bir İslam toplumu oluşturmak için onun bu tavsiyelerini hayata geçirme yükümlülüğü hepizin üzerindedir. vesselam.
"ONLAR Kİ NAMAZLARINDA DERİN SAYGI (HUŞU) İÇİNDEDİRLER." (Mu'minun Suresi, 2)
Ku'an'da Mu'minun suresinin ilk ayetlernde mü'minlerin özelliklerinden bahsederken "Namazında derin saygı içinde bulunanlar" da sayılmıştır. Ayetteki "huşu" kelimesi Allah'a karşı derin saygı anlamına gelmektedir. Huşu, Allah'a bağlılık ve saygının bir ifadesi olarak namazla birlikte bütün ibadetlerde derin bir saygı ve tevazu içinde bulunmaktır. Huşu denildiğinde ilk akla gelen ibadet namazdır. Zira namaz gerek muhteva gerekse ibadet şekli açısından kulluğun derinden yaşanmasına ve davranışlarla ifade edileesine en uygun bir ibadettir. Bu sebeple namazın özü huşu ve samimiyettir. Namaz kılarken bütün samimiyetle Allah'a yönelmek her türlü dünyevi düşünceden uzaklaşmaya çalışmak gereksiz davranışlarda bulunmamak gereklidir. Bunun içindir ki Peygamberimiz Efendimiz namazda ilahi rızaya nail olabilmek için namazın huşuunu zedeleyecek düşünce ve davranışlardan kaçınılmasını istemiştir. (Ebu Davud, Salat, 165). Örneğin kişlerin namaz vaktinin çıkması söz konusu olmadığı halde sıkışıkken (Muslim, Mesacid, 67) veya yemek hazırken namaza durmalarının (Buhari, Ezan, 42) uygun görülmemesi namazın huşuunu zedelenmemesi hedefine yönelik bir tutumdur.
Kur'an'da Mu'minun suresinin başında yer alan bu ayetten sonra kurtuluşa erecek mü'minlerin faydasız işlerden boş sözlerden yüz çevirmeleri, zekat vermeleri, namuslarını korumaları gibi diğer özelliklerinden de bahsedilmektedir. Namazı huşu içinde eda etmenin bütün bu özelliklerin başında zikredilmesi huşuun önemi ortaya koymaktadır.
|