PROF.DR.H.MUSA BAĞCI WEB SİTESİNE HOŞ GELDİNİZ
   
 
  Diyarbakır Medreselerinde Hadis Birikimi

 

 
Medrese Eğitiminde Hadis Birikimi –Diyarbakır Örneği-[1
                                       Doç.Dr.H.Musa BAĞCI
        Medreseler, tarih boyunca Müslümanlara dini eğitim alanında hizmet veren önemli kurumlardır. Bu kurumlarda tarihi süreç içerisinde pek çok değerli ilim adamı yetişmiştir. Medreselerin tarihini Hz.Peygamber dönemine kadar götürmek mümkündür. İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren cami ve mescitlerde İslâmî ilimlerin –tefsir, hadis, fıkıh ve akaid gibi- sahabi ve tabiîler tarafından verildiği bilinmektedir. Bu ilimlerin sistematik hale gelmesinde, söz konusu ilk nesillerin büyük bir katkısı olduğu yatsınamaz bir gerçektir. Emeviler döneminde camilerden ayrı olarak kurulan eğitim müesseselerine mektep, Abbasiler dönemine gelindiğinde cami ve mescitlerin dışında Beytu’l-ilim, Beytu’l-hikme, Daru’l-İlim şeklinde isimlendirilerek kurumsal hale gelmiştir. Bu kurumlarda çeşitli kültürlerden tercüme faaliyetleri gerçekleştirilmiş ve İslâm kültürü, Yunan felsefesi vb. değişik kültürlerle karşı karşıya kalmıştır. Karahanlılar, Selçuklular, Osmanlılar döneminde bu kurumlara medrese adı verilmiştir. Medreseler Selçuklularla birlikte zirve noktasına çıkmış ve Nizamiye Medreseleri adıyla bütün İslam dünyasında meşhur olmuştur. Medreseler aynı canlılıkla Osmanlılar döneminde de hayatiyetini devam ettirmiştir. Ancak Osmanlının yıkılmasıyla birlikte bu kurumlar da tarihi süreçte kendilerini yenileyememiş ; Cumhuriyetle birlikte hayatiyetleri resmi anlamda son bulmuştur.
Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne kadar yurdumuzun çeşitli bölgelerinde; özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde gayri resmi olarak ve medreseden mezun olan hocaların ilmî fedakarlığı ve halkın maddi desteğiyle bu kurumlar imkansızlıklar içerisinde yaşatılmaya çalışılmıştır. Bir çokları kapanmakla birlikte hâlâ öğretimine devam eden medreselerden bazıları günümüze kadar ayakta kalmıştır. Bu tebliğdeki amacımız, Cumhuriyet dönemi boyunca gayri resmi olarak hizmet veren bu öğretim kurumlarında yetişen ilim adamlarının Diyarbakır özelinde hadis birikimlerini tespit etmeye çalışmaktır. Bugün Dıyarbakır’da 100’ü icazetli olmakla birlikte 150 civarında medrese mezunu veya halen kendi çapında medrese hocalığı yapan kişiler bulunduğu ifade edilmektedir. Bu medreselerin eksiklikleri ve eleştirilmesi gereken noktaları olmakla birlikte, geçmişte bu kurumlarda Bediuzzaman Said-i Nursî, Molla Halil es-Siirdî, Hazrolu Hacı Abdulfettah Yazıcı, Ahmed-i Hâsî, Molla Hüseyin Küçük, Molla Fahrettin Batmanî, Halil Gönenç, gibi daha pek çok değerli ilim adamları da yetişmiştir.
Bu medreselerde yetişen insanlar bugün büyük çoğunluğu Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde imam-hatip, müftü- vaiz, kur’an kursu öğretmeni olarak görev yapmakla birlikte az sayıda da olsa devletin diğer resmi kurumlarında görev alanlar da bulunmaktadır. Bu insanların halk nezdinde büyük bir saygınlığı vardır. Her türlü dini ve dünyevi fetvalarını bu medreselerden yetişen ilim adamlarına sormakta ve hayatlarına yön vermektedirler. Dolayısıyla toplumsal açıdan saygın konumdaki insanların hadis birikimlerinin mahiyetini tespit etmek önemlidir. Şimdi öncelikle Güneydoğudaki medreselerin müfredatlarını ve okutulan Mürettep Cami Dersleri diye tabir edilen kaynaklarını ve bu yapı içerisinde hadis, hadis ilimleri ve ıstılahlarının yerini tespite çalışalım.
1. Medreselerdeki Eğitim Sisteminde Hadis İlminin Yeri
Medresede eğitim, Müretteb Cami Dersleri (sıra kitapları) diye adlandırılan 12 ilme ait seçilmiş kitaplar şu tertiple okutuluyordu. Yeni başlayan talebe daha önce Kürtçe mevlid, Nehcu’l-enâm ve Nûbahâr adlı eserleri okumuşsa, Şafii fıkhına dair Gayetu’l-İhtisar ve onun şerhi olan İbn Kasım el-Ğâzî gibi ibtidai dersleri aldıktan sonra sarf ilmine başlar ve sırasıyla Emsile, bina ve İzzî kitaplarını okuyup ezberlerdi. Bunlardan sonra Nahiv ilminin derslerine geçilir ve bu ilimden de önce Avâmil-i Curcânî’den (bazen Curcânî’nin Avamiliyle birlikte Birgivî’nin Avamili de okunmakta, çok az da olsa sadece Avamili Birgivî’yi okuyanlar da olmaktadır) başlayıp sırayla, zuruf, terkip, Sadullahi Sağîr, Şerhu’l-Muğnî veya Şerhu’l-Kıtr adındaki kitaplar okutulur. Daha sonra sıra yine sarf ilmine gelir ve Taftazanî’nin İzzî metnine yazdığı Saduddin (Sa’dini) adındaki şerh okunur. Genelde bu sarf kitabı bittikten sonra ez-Zemahşerî’nin el-Unmûzec adlı eserinin şerhi olan Sa‘dullah el-Berda‘î adıyla meşhur olmuş kitabı okunmaktadır Daha sonra Nahiv ilmiyle ilgili Cemaluddin İbn Hişam’ın el-İ‘rab an Kavâidu’l-İ’râb adındaki metin kitabının şerhi olan Hallul-Meâkıd’ı okuyup hıfz ederlerdi. Bundan sonra bazları “Şerhu’l-Katr”ı bazıları ise, “el-İzhâr”ın şerhi olan “Netâicu’l-efkâr”adlı eseri ders olarak okumaktadır. Bu kitaptan sonra İbn-i Malik’in Elfiye ve İbn Hacib’in el-Kafiye metinlerinin şerhleri olan el-Behcetu’l-Merdiyye (Suyutî) el-Fevâidud-Dıyaiyye (Molla Cami) kitapları gelir. Talebeler bu metinlerden Elfiye ve Kafiye’den de birini mutlaka ezberlerlerdi. Medrese usulüne göre Müretteb Cami Derslerinden Molla Câmî’yi okumaya başlayanlara Talib denirdi. Daha sonra bu talipler mantık ilminin başlangıç derslerini, Abherî’nin İsagucî metnine yazılmış Muğni’t-Tullab veya Husam-i Kâtî (Semkâtî) adındaki şerh ile haşiyesi Muhyiddin’den alarak medrese eğitimine devam ederlerdi. Bu kitaplardan sonra okuma sırası İlm-i Beyan ve İlm-i Vad’la ilgili Ebabekr-i Vad’ ve Ebabekr-i İstiâre adlarındaki iki kısa metin okunup ezberlenirdi. Daha sonra Talipler, Mantık ilmiyle ilgili İsagucî metnine Molla Fenarî tarafından yazılmış Fenarî şerhi ile haşiyesi Kavl-i Ahmed’i birlikte okurlardı. Bunu takiben sıra yine nahiv ilmine gelir ve sırada Molla Cami’nin haşiyesi olan Abdu’l-Ğafûr el-Lârî ile onun haşiyesi olan Abdu’l-Hakim (Seylekutî) adlı kitaplar okunurdu.
Astronomi ilmine ait el-Mulahhas fi’l-Hey’e (Çağmînî) adındaki kitabı okuyanlar haşiyesi olan Ali Kuşcu’dan da istifade ederlerdi. Çağmînî’den sonra sıra yine Beyan ve Vad’ ilimlerine gelirdi. Beyan ilimlerinden Şerhu’l-İsâm ale’l-Ferîde adlı şerh okunurken, Vad’ ilminden de Ebubekir’in şerhi olan er-Risaletu’l-Vad’iyye kitabı okunurdu. Münazara ilminden ise bazıları Abdulvehhab ale’l-Velediyye kitabını okuturken, bazıları da Molla Halil es-Siirdî’nin Halebiyye adındaki vezinli metin kitabını ezberletirlerdi. Daha sonra Yine Mantık ilminden Şerhu’ş-Şemsiyye adındaki kitap okunurdu.  
Belağat ilmiyle ilgili Taftazanî tarafından el-Kazvînî’nin Telhîsu’l-Miftah’ına yazılan Muhtasaru’l-Meânî adındaki meşhur şerhi okunurdu.
Daha sonra kelam ilmine geçilir, Taftazanî tarafından Nesefî’nin akaidine yazdığı Şerhu’l-Akaidi’n-Nesefî adındaki kitap okunur ve Yine Taftazanî’nin Şerhu’l-Makasıd’ı ile Seyyid Şerif el-Curcânî’nin Şerhu’l-Mevâkıf’ından da faydalanılırdı.
Kelam ilminden sonra Usulü Fıkh ilmi alınır ve bu ilimden de İbn-i Subkî’nin Yazdığı Cem’ul-Cevâmî adındaki metnine Celaluddin el-Mahalli’nin el-Bedru’t-Tâlî fî Halli Cem’ul-Cevâmî şerhi okunurdu.
Medreselerde Feraiz, fıkıh, hadis, tefsir yan ders olarak genelde yaz mevsimlerinde okutulurdu. Ferâiz ilminden Rahbiyye adındaki metin kitap okunurdu. Fıkıh ilminden ise Fethu’l-Muîn ve daha sonra Minhâcu’t-Tâlibîn gelir ve şerhi olan Muğnî’l-Muhtaç’tan istifade edilirdi.
Tefsir ilminden Celaleyn ile yörede en meşhur olan Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl (Kadî Beydavî) okunurdu. [2]
Hadis konusuna gelince, medreselerde hadis ve hadis usulüne dair derslerin mürettep cami dersleri içinde yer almadığını öncelikle belirtmek gerekir. Başka bir deyişle, hadis ve hadis usulü dersleri temel dersler olarak değil, yan ders olarak zaman zaman hadis metinlerinin okutulduğu belirtilmektedir. Yalnız burada bütün medreselerde bugünkü Milli Eğitime bağlı okullarda olduğu gibi derslerle ilgili standart bir müfredat uygulaması olmadığını belirtmek gerekir. Medrese eğitimi almış ve müderrislik yapmış bütün hocalar medreselerde yan ders olarak hadis metinleri okunduğunu, ama hadis ilimleri ve ıstılahları (hadis usulü) derslerine hemen hiç yer verilmediğini ve bunun büyük bir eksiklik olduğunu kabul ve itiraf etmektedirler. Tefsir, hadis, fıkıh v.b. ilimlerin sıralı dersler olarak okutulmamasının temel nedeni, yukarıda sıralı dersler dediğimiz sarf, nahiv ilimlerini mükemmel bir şekilde öğrenen talip, daha sonra kendi başına bu ilimleri okuyup mütalaa edebilecek seviyeye gelebileceği düşüncesindendir. Bu bağlamda bir medrese hocası kendi hocasının şu sözünü nakletmektedir: ”Sarf ve nahiv ilimlerini okuyunuz. Bu ilimleri mükemmel bir şekilde tahsil ettikten sonra diğer ilimleri kendi kendinize halledersiniz.” Bu anlayış medrese çevresinin yaygın anlayışıdır. Bu anlayış dolayısıyladır ki bu ilimler (tefsir, hadis, fıkıh) talibin kendi mütalaasına bırakılmıştır. Ama görüştüğümüz hocalar, bu ilimlerin de bir müderrisin rahle-i tedrisinde öğrenilmesi gerektiğinde hem fikirdirler. Söz konusu bu medrese hocaları bu açıdan eksiklik olduğunu açık yüreklilikle kabul ve itiraf etmektedirler. Onlar hadis ve hadis usulüyle ilgili bilgilerini kendi imkanlarıyla ve medrese sonrası yaptıkları mütalaalar sonucunda öğrendiklerini, sarf ve nahiv ilimleriyle, halkın bir takım sorularına fetva vermek için Şafii fıkhıyla daha fazla meşgul olduklarından dolayı hadis ve hadis usulüne hakkıyla vukufiyet kesp edemediklerini ifade etmektedirler. Bazı hocalarımıza neden hadis ve hadis ilimleriyle fazla meşgul olmadıklarını sorduğumda “Arz talep meselesi. Halk yoğun olarak fıkıh ile ilgili fetvalar soruyor ve tabii olarak biz de o yöne daha fazla ağırlık veriyoruz,” demektedirler. Tabi ki bu onların hiç hadisle ilgilenmedikleri anlamına da alınmamalıdır.
Görüştüğümüz medrese hocaları medresedeki öğrenci profili ve okutulan kitaplar konusunda şu bilgileri vermişlerdir: Medreselere genelde iki grup öğrenci gelirdi. Asıl öğrenci grubu diye tanımlanabilecek bir grup vardır ki bunlar son derece zeki ve ilim almaya istidatlı öğrencilerdir. Medresede bu öğrencilere özel bir önem verilir, sarf ve nahiv ilimleriyle ilgili baştan sona bütün sıralı kitaplar okutulurdu. Bu sıralı kitapların dışında öğrencinin kendi isteğiyle ve ayrı bir zamanda öğrencinin okuduğu hadis kitapları vardır ki bunlar da çok fazla değildir. Görüştüğümüz medrese hocaları bizzat hocalarından okudukları kitapları şöyle sıralamışlarıdır. en-Nevevî (676/1277)’nin Riyazu’s-Salihin’i ve Erbe’ûn adlı eserleri, Mansur Ali Nasıf’ın Tacu’l-Câmiu li’l-Usûl fî Ehâdîsi’r-Rasûl’ü, tek bir örnek olarak İbn Hacer el-Heytemî’nin es-Savâiku’l-Muhrika’sı, Ahmed el-Haşim (1943)’in Muhtâru’l-Ehâdis’i, İbn Hacer el-Askalanî (852/1448)’nin Munebbihat’ı gibi hadis kitapları yan ders olarak ve program dışı okutulmaktadır. Bu son on-on beş yıldan beridir medreselerde Hadis Usulü olarak İbn Hacer’in Nuhbetu’l-Fiker’i es-Suyûtî’nin Tedrîbu’r-Ravî’si, Ahmed Muhammed Şakir’in el-Baisu’l-Hasîs’i, okutulmakta ve el-Beykunî’nin Manzumetu’l-Beykuniyye (34 beyit) ise ezberletilmektedir. Bunların dışında Arap dünyasında son dönemlerde hadis usulüne dair yazılan basit ve anlaşılması kolay kitapların okutulduğu ifade edilmektedir ki Muhammed Accac el-Hatib’in el-Muhtasaru’l-Vecîz fî Ulûmi’l-Hadis’i buna örnek olarak gösterilebilir. Ama her medrese için bu geçerli değildir. Medreselerde yan ders olarak okutulan kitaplar yer, zaman ve hocasına göre değişiklik arz etmektedir.
Medreselerde bir diğer grup öğrenciler vardır ki bunlar fazla zeki olmayan, ilim elde etmeye kabiliyeti olmayıp gelecek vad etmeyen ya da yaşları çok ilerlemiş kimselerdir ki onlar gerek fıkıh gerekse hadis alanında ibtidâi denilebilecek bir takım bilgiler alarak yetişirler ve eğitimlerini kısa sürede tamamladıktan sonra bunlar köylerde fahri imam olarak görev alırlardı. Bunlar medresedeki temel dersleri değil basit fıkıh ve hadis alanındaki kitapları okur ve mezun olurlardı. Bu tür öğrencilerin sayılarının az olduğunu da belirtelim. Bunlar hadis alanında en-Nevevî’nin Riyâzu’s-Sâlihîn’i ve Erbe’ûn’u, İbn Hacer’in Münebbihat’ı ve Ahmed el-Haşim’in Muhtaru’l-Ehadîs gibi hadis kitaplarını okurlardı. Bunların bunun dışında imamlık yaparken en fazla kullandıkları kitaplar ise Tenbihu’l-Gafilin, Bustanu’l-Arifîn, Durretu’l-Vaizîn, Tenvîru’l-Kulûb, Hazînetu’l-Esrar, İmam el-Gazâlî’nin İhya’sı ve Mükâşefetu’l-Kulûb türü vaaz kitapları idi. Bu tür hocalara halk arasında Mele-i Şer’ (Şer’î hoca) denirdi. Burada bu vaaz türü eserlerinin bir kısmını ilk gruptaki imam-hatiplik ve müftülük yapan medrese mezunlarının da kullandığını ifade etmek gerekir.[3]
2. Medrese Hocalarının Mütalaa Ettiği Hadis Kitapları ve Bunların Sıhhat Açısından Değeri
Medrese hocalarının gerek medresede okudukları hadis kitapları gerekse medrese sonrası mütalaa ettikleri hadis kitapları orijinal eser olmayıp daha ziyade derleme eserlerdir. İçlerinde sahih hadislerin çoğunlukta olduğu Riyazu’s-Salihîn, Erbe’ûn ve Tâcu’l-Câmi gibi kitaplar olduğu gibi, Pek çok zayıf ve uydurma haberleri ihtiva eden el-Câmiu’s-Sağîr, et-Tergîb ve’t-Terhîb, Muhtâru’l-Ehâdîs, Keşfu’l-Hafa gibi hadis kitapları da bulunmaktadır. Şimdi bu kitapların sıhhat açısından bir değerlendirmesini yapalım.  
Medrese hocalarının vaaz ve nasihat açısındanmüracaat kitabı olarak kullandıkları el-Münzirî (656/1258)’nin et-Tergîb ve’t-Terhîb’i derleme bir çalışma olup hadislerin sıhhat derecesini açıklaması açısından önemli bir eserdir.[4] Bu yüzden de günümüze kadar vaiz ve mürşidlerin büyük çoğunluğunun itimat ede geldiği irşat hizmetlerinin temel kitabı olmuştur.[5] Fakat ne yazık ki tergîb ve terhîb türü hadislerin içersine bir çok apokrif hadisler de karışmış bulunmaktadır.[6] Ebu Gudde bu eser hakkında şu açıklamayı yapmaktadır: Son derece esef verici olan şu ki, vâizlerin, hatiplerin ve müderrislerin büyük çoğunluğu bu el-Munzirî’nin et-Tergîb ve’t-Terhîb kitabını okurken veya ondan nakilde bulunurken müellifinin kitapta kullandığı ıstılahları unutuyorlar veya gaflette bulunuyorlar da, isnadında yalancı ve hadis uydurucu (vadda’) veya hadis uydurmakla itham edilen raviler bulunan bir hadisi sanki el-Munzirî’nin bu hadisi el-Buhârî ve Muslim rivayet etmiştir” dediği hadislerden biriymiş gibi gayet kesin bir şekilde rahat ve huzur içinde naklediyorlar.”[7]
Medreselerde ve medrese sonrası hocaların en yaygın kullandıkları ve itimat ettikleri hadis kitabı en-Nevevî’nin Riyâzu’s-Salihîn adlı eseridir. Bu eser, yıllarca dini eğitim ve öğretim kurumlarında vazgeçilmez ders kitabı olarak okunması yanı sıra aynı zamanda geniş kapsamlı konuları içermesi açısından da va’z ve irşad kitabı görevi de görmüştür. 7-8 asırdır İslam dünyasında Kur’an’dan sonra en çok okunan hadis kitabı olarak kabul edilmektedir. Çağdaş alimlerden, Nasıruddin el-Elbânî, Şuayb el-Arnavut ve özellikle de Abdulfettah Ebu Gudde bu eserde uydurma hadis olmasa da tesadüfen bazı zayıf hadislere (3 adet) rastlandığını söylemekte ve bazı örnekler vermektedir. Ebu Gudde, zayıflığı konusunda ittifakla üzerinde vakıf olduğu üç hadisin olduğunu, araştırma ve tetkikler yapılırsa bunların dışında da zayıf hadislerin çıkabileceğini ifade etmektedir.[8] Dıyarbakırlı Molla Abdulhadi Araşkî de en-Nevevî’nin Riyazu’s-Salihîn adlı eserindeki 40 hadisi tetkikleri neticesinde zayıf olarak tespit ettiği ve bu konuda bir risale yazdığı ve Zeynelabidin Çiçek Hoca yazma olarak yanında bulunduğunu ifade etmektedir.[9]  Ancak son yapılan araştırmalar az da olsa bu eserde de uydurma hadislerin var olduğunu göstermektedir. Bütün bunlara rağmen bu eserin hadis kaynakları içinde en az mevzu hadis ihtiva eden eserlerden olduğunu da belirtmek hakşinaslığın bir gereği olduğu belirtilmektedir.[10]
Yine en-Nevevî’ye ait olup medrese hocalarının üzerinde mütalaa yaptığı ve çoğu zaman ezberledikleri hadis metinlerinden bir diğeri de Erbe’ûn’dur. Bu kırk hadiste, hadisler senedsiz olarak verilmiş olup, Erbe’ûn’un mukaddimesinde belirtildiğine göre büyük bir kısmı el-Buhârî ve Muslim’in Sahîh’lerinden seçilmiştir.[11]
Medresede çok yaygın olarak hemen hemen bütün talebeler tarafından okunan ve mev’iza türünde yazılmış eserlerden biri olan ve İbn Hacer el-Askalânî’ye nispet edilen el-Munebbihât ale’İsti’dâd liyevmi’l-Mi’âd li’n-Nush ve’l-Vedâd adlı eserdir. Medrese hocaları arasında Munebbihat-ı İbn Hacer diye meşhurdur. Bu eserin İbn Hacer’e nispeti şüphelidir. İbn Hacer’le ilgisi bulunmamakla beraber Munebbihat-ı İbn Hacer adıyla çeşitli baskıları bulunan kitabı (Bombay 1270/1853; İstanbul 1315/1899; 1322/1904; İzmir, 1963; İst, 1974) Katip Çelebi, Zeynu’l-Kudât Ahmed b. Muhammed el-Hiccî’ye nispet etmiş olup eser muhtemelen Şihabuddin İbn Hiccî (816/1413) tarafından kaleme alınmıştır. Eser bazı yazmalarında İbn Hacer el-Mekkî’ye de izafe edilmektedir.[12] Hz.Peygamber’e ait olduğu ifade edilen hadisleri ihtiva etmekle birlikte sahabe, tabi’ûn ve hakimlerin, tabiblerin kelam-ı kibarlarına da yer vermektedir. Bir çok Medrese hocası tarafından bu eserde geçen hadislerin sıhhat şartlarını taşımadığı gerekçesiyle zayıf olduğu ve ciddiye alınabilecek hadisler ihtiva etmediği ifade edilmektedir. 
es-Suyutî (911/1505)’nin el-Câmiu’s-Sağîr adlı eseri de alfabetik olması ve hadislerin sıhhat ve zaafının belirtilmesi açısından medrese çevresinde kullanılan önemli hadis kitaplarından biridir. es-Suyutî eserinin mukaddimesinde “Bu eserde kabukla uğraşmadım ve özü muhafaza ettim. Onu hadis uydurucuları (vadda’) ile yalancıların (kezzab) tek kalarak rivayet ettikleri (uydurma) hadislerden uzak tuttum,” demektedir. Şarih el-Münavî, es-Suyûtî’nin bu sözünü şöyle eleştirmektedir: Onun kitabını uydurma hadisten uzak tuttuğuna dair sözü kitabının geneli itibariyledir veya sadece bir iddiadır. Aksine hadis tenkidine önem sarf etmediği pek çok yerde vaki olmuştur. Bu anlamda (mevzu hadislerden) uzak durmayı taahhüt ettiği şeyi yapmıştır. Nitekim bu hataları açık bir biçimde çeşitli yerlerde göreceksin. Hata yapmamak peygamberlerin dışında imkansızdır.”[13]
Ebu Gudde, es-Suyutî’nin el-Camiu’s-Sağîr’in de geçen mevzû hadislerin az değil çok olduğunu ifade etmektedir. Ayrıca o, el-Camiu’s-Sağîr’deki hadislerin sonuna konmuş olan sahih hasen ve zayıf olduğuna ilişkin sad, ha ve dad gibi rumuzlara itimat edilemeyeceğini, zira Şarih el-Münavî (1032/1623)’nin bunun müstensihler tarafından tahrif edildiğini açıkladığını belirtmektedir. Netice itibariyle Ebu Gudde, es-Suyûtî’nin kitaplarında ve risalelerinde zayıf, sakîm ve mevzu hadis iradında mütesahil olduğunu, onun zayıf kaynaklardan irad ettiği hadislere ve alimlerin o hadisler konusunda söylediklerine bakmadan itimat etmenin doğru olmadığını açıkça dile getirmektedir.[14] Ahmed b. es-Sıddîk el-Gumarî de el-Camiu’s-Sağîr’deki mevzu hadisleri içine alan el-Muğîr ale’l-Ehâdîsi’l-Mevdû’ati fi’l-Camii’s-Sağîr adlı bir kitap telif etmiş ve es-Suyûtî’nin söz konusu kitabında 456 adet mevzu hadis olduğunu tespit etmiştir.[15]
Yine hadislerin değerlendirilmeleri açısından müracaat edilen hadis kitaplarından biri el-Aclûnî’nin (1162/1746) Keşfu’l-Hafâ’sıdır. Bu eser temelde es-Sehavî’nin el-Mekâsidu’l-Hasene’sine dayanmaktadır. Bu tür eserler halk arasında hadis diye dolaşan darb-ı mesel cinsinden bir takım sözleri ele alarak bunların hadis olarak asıllarının olup olmadıklarını ve hadis olanların sıhhat derecelerini açıklayan önemli kitaplardır. Keşfu’l-Hafâ da bu amaca yönelik olarak hazırlanmış eserlerdir. Medrese hocalarının bu kitaba müracaat etmekteki amaçları da önlerine gelen bir hadisin gerçekten aslının olup olmadığını ve hadis ise sıhhat derecesinin (sahih-hasen-zayıf-mevzû) ne olduğunu öğrenmektir.  
Medrese çevresinde en yaygın ve meşhur olarak kullanılan ve üzerinde en çok mütalaa yapılan hadis kitaplarından biri son yüzyılda Mansur Ali Nâsıf tarafından meydana getirilen Tâcu’l-Câmiu lil-Usûl fî Ehâdîsi’r-Rasûl adlı derleme eseridir. Fıkıh bablarına göre el-Buhârî, Muslim, Ebu Davud, et-Tirmizî ve en-Nesâî’nin kitaplarından seçilmiş hadisleri ihtiva etmektedir. Bunların dışında bu beş kitapta hadis bulamadığı konularda Şafiî’nin ve Ahmed b. Hanbel’in Müsned’lerinden, İmam Malik’in el-Muvatta’ından, İbn Mace’nin Sunen’inden ve Hakim’in el-Mustedrek’inden tamamlamıştır. Hadisleri serdederken sahabi ravisi ve bu beş eserden hangisinden bulunduğunu belirterek fıkıh kitapları tertibinde ve bütün bölümleri içerecek şekilde hazırladığı belirtilmektedir. Daha iyi anlaşılması için Gâyetu’l-Me’mûl Şerhu’t-Taci’l-Câmî li’l-Usûl adıyla kısa bir şerh de yazmıştır.[16]
Medrese hocalarının çok kullandıkları ve mütalaa ettikleri derleme hadis kitapları arasında çağımız alimlerinden Mısırlı Ahmed el-Haşim’in (öl:1943) Muhtaru’l-Ehadis adlı eseri önemli bir yer tutmaktadır.Bu kitabı tahkik eden eş-Şeyh Cemil Hammud, Bu kitapla ilgili şu değerlendirmeleri yapmaktadır:
  1. Müellif kitabını es-Suyutî’nin el-Camiu’s-Sağîr adlı esrinden ihtisar edip seçmiştir. Başka kitaplardan irad ettiği hadisler azdır. Belki de bu on konuyu geçmez.
  2. Müellif seçimde tertibe önem vermemiştir. Hadisleri alfabetik tertipte büyük bir karışıklık vardır.
  3. Müellif hadislerin sıhhatini gözetmemiştir. Bilakis zayıf ve mevzu hadisleri irad etmiştir. Bu hadisler çoktur ve kitabın üçte birinden fazladır. Ben şu hususu tespit ettim: Müellif, Sahihayn’daki hadislerden sarf-ı nazar ederek aynı manayı taşıyan zayıf ve mevzu hadisleri kitabına almıştır.
  4. Müellif Riyazu’s-Salihîn kitabının ihtisarını yapmış ve onu kitabının sonuna “hatimetu fî tehzîbi’n-nufus” başlığıyla ilave etmiştir.”[17]
Bu kitapların bir kısmı medresede okutulmakla birlikte bir kısmı da medrese hocalarının görev yaptıkları yerlerde halka va’z ederken kullandıkları hadis kitaplarıdır. Özellikle bu son eserin sihhati bağlamında bir medrese hocasının yaptığı değerlendirme çok önemlidir: “Ben Muhtâru’l-Ehâdîs’i medresede okudum. Burada bulunan bütün hadisleri sahih zannediyordum. Fakat daha sonraki yıllarda bu hadis kitabının tahkikli neşri yapılınca kitaptaki hadislerin bir kısmının zayıf ve uydurma olduğunu gördüm,” demektedir.
Bu mütalaa edilen kitapların dışında bazı medrese hocalarının orijinal hadis kaynaklarına ihtiyaç duyulduğu ölçüde mütalaa şeklinde değil, ama zaman zaman hadislerin kaynağını bilmek maksadıyla müracaat ettiklerini de belirtmek gerekir. Yalnız burada bu tür orijinal kitaplara müracaat eden medrese hocalarının azınlık teşkil ettiğini ifade etmekte yarar vardır. Bunların içinde el-Buhârî ve Muslim başta olmak et-Tirmizî, Ebu Davud, en-Nesâî, İbn Mace ve ed-Dârimî’nin Sunen’leri, Ahmed b. Hanbel’in el-Musned’i, Malik b. Enes’in el-Muvatta’ı gibi kitapları zikretmek mümkündür.
Müracaat Edilen Hadis Şerhleri:
Bu kitapların dışında hadisin manasını ve nasıl anlaşılması gerektiğini ve bu konudaki alimlerin görüşlerini bilmek için Medrese hocalarının en fazla müracaat ettiği şerhlerden başta geleni en-Nevevî’nin Muslim’in el-Câmiu’s-Sahîh adlı eserine yazmış olduğu şerh olan Sahih-i Muslim bi Şerhi’n-Nevevî adlı eserdir. Bunun önemi bölgedeki Müslümanların Şafiî olmasına paralel olarak en-Nevevî’nin Şafiî olması, ona ait fıkıh kitaplarının hocalar arasında revaçta olması ve onun Şafiî fıkhında bir otorite olarak kabul edilmesindendir. Bu anlamda en-Nevevî’nin şerhine özel bir önem verilmektedir. Yine en-Nevevî’nin hemen her medresede bizzat müderris tarafından okutulan Riyazu’s-Salihîn’ üzerine Muhammed b. Allân (996/10579) tarafından yazılmış olan Delîlu’l-Fâlihîn (4 cilt) adlı şerh de müracaat edilen önemli şerh kaynaklarından biridir. 
Bunun kadar değerli bir kitaba sahip olan ve aynı zamanda Şafiî alimlerinden İbn Hacer’in Fethu’l-Bârî fî Şerhu Sahîhi’l-Buhârî adlı eseri de şerh alanında önemli müracaat kaynaklarındandır. Bunun dışında yine Buharî’nin üzerine yazılan şerhlerden olan Kastallanî’nin İrşâdu’s-Sârî li Şerhi Sahîhi’l-Buhârî adlı eseri de kenarında en-Nevevî’ye ait Muslim şerhi olması hasebiyle birlikte müracaat edilen önemli şerhlerden biridir. Yukarıda es-Suyutî’nin el-Camiu’s-Sağîr’ine dikkat çekilmiş ve medrese hocalarının hadis kaynağı anlamında önemli müracaat kaynaklarından olduğu vurgulanmıştı. Bu kitaba verilen önem ister istemez onun şerhine, yani el-Munâvî’nin Feyzu’l-Kadîr’ine de bir önem atfedilmesine sebep olmuştur. Medrese hocaları bu kitaptaki hadisleri mütalaa ederken ister istemez onun şerhine de bakma ihtiyacı hissetmekte ve bunu müracaat kaynağı olarak kullanmaktadırlar.
Müracaat Edilen Siyer Kaynakları:
Medrese hocalarının siyer alanında en yaygın olarak kullandıkları iki önemli eser vardır. Bunlardan biri Mu’min b. Hasen Mu’min eş-Şeblencî (h. XIII. m. XIX asır alimlerinden)’ye ait tek cilt halinde basılmış olan Nûru’l-Ebsâr fî Menâkıb-ı Al-i Beyti’n-Nebiyyi’l-Muhtâr [18] adlı eseridir. Dört bölümden oluşan bu kitabın ilk bölümü Hz.Peygamber’in ve dört halifenin siretine ayrılmıştır. Hz.Peygamber’e ait bölümde Hz.Peygamber’in nesebi ve doğumu ile başlanmış, kalbinin yarılması, hicreti, Medine’ye gelişi, hasaisi, nübüvvetinin delilleri, isimleri, lakabları, künyeleri, şemaili, mucizeleri, mizahları, gazveleri, seriyyeleri, kendisine sihir yapılması, çocukları, zevceleri, hizmetçileri, Ali ile Fatıma’nın evlenmesi, kadıları, elçileri, şairleri, katipleri, emirleri, kılıçları, okları, mızrakları, hastalığı ve yıkanıp kabre konması fazla detaya girilmeden özet olarak verilmiştir. Daha sonra da Dört halifenin sireti özetlenmiştir. İkinci bölümde Hz.Hasan ve Hz.Hüseyin’in menakıbına ve geri kalan on iki imam’ın menkıbeleri yer almıştır. Üçüncü bölüm, Ehli Beytten olan hanımların menkıbelerine ayrılmıştır. Dördüncü bölümde dört büyük imamın hayatına dair bilgilere yer verilmiştir. Hatime bölümünde ise dört kutbun menkıbelerini ihtiva etmektedir.
Nûru’l-Ebsâr, M. XIX. Asırda yazılmış bir eser olup, Delailu’n-Nubüvve türünde telif edilmiştir. Özellikle Hz.Peygamber’in sireti bölümü geçmiş asırlarda yazılmış Dalailü’n-Nübüvve kitaplarına dayanılarak oluşturulmuştur. Burada bir örnek vermek gerekirse söz konusu eserde Hz.Peygamber’in hasaisinden olan faziletleri ve olağanüstülükleri anlatıldıktan sonra eş-Şeblencî şöyle demektedir: “Hz.Peygamber’e ait anlatılan bu fevkaladelikler basiret sahipleri için kafidir. Hz.Peygamber’in bu tür hasaisini es-Suyutî Enmuzecu’l-Lebîb fî Hasaisi’l-Habîb adlı eserinde bir araya getirmiştir.”[19]H. V. Asırdan sonra siyer kitaplarının tarih itibariyle fazla ehemmiyeti yoktur. Çünkü bunlar yeni vesikalar ve kaynaklar keşfetmeyip eski kıssaları farklı üslûp ile yazmışlardır. Özellikle muahhar İslam tarihçileri esatir ile asıl tarihi tefrik etmemişlerdir. Bunlar âsar-ı usul, katiyet, muhakeme, mukayese ve bî taraflık gibi bazı ilmî meziyetlerden mahrumdur. Siyer yazarları yalnız fevka’t-tabia’yı vermişler ve tarihi hakikatlerden sarfı nazar etmişlerdir.[21] Tetkik edildiğinde eş-Şeblencî’nin es-Suyutî’nin eseri tarzında kaynaklar kullandığı görülecektir. Bu kaynaklardaki rivayetlerin en azından bir kısmına ihtiyatla yaklaşmak ve sıhhat açısından tetkik etmeden kullanmamak gerekir.[20] Ayrıca şu gerçeği de belirtmek gerekir ki
Medrese hocalarının siyer alanında en çok kullandıkları kitaplardan biri de Muhammed el-Hadarî tarafından telif edilmiş tek ciltlik Nûru’l-Yakîn fî Sîreti Seyyidi’l-Murselîn[22] adlı eserdir. Bu eser Hz.Peygamber’in hayatını kronolojik sırayla doğumundan başlayıp ölümüne kadar özet bir şekilde ve klasik bir anlayışla ele alan çağdaş bir siyer kitabıdır. Yazar, kitabın sonunda Peygamberimizin vefatını mütakip onun şemâiline ve mucizelerine de yer vermiştir. Muhammed el-Hadarî kitabını oluştururken Kur’an-ı Kerim, el-Buhârî ve Muslim başta olmak üzere sahih sünnet, Kadı Iyaz’ın eş-Şifâ’sı, es-Siretu’l-Halebiyye, Kastallânî’nin el-Mevâhibu’l-Ledunniye’si, Ebu Hamid el-Gazâlî’nin İhyâu Ulûmi’d-Dîn’i gibi eserlerden yararlandığını ifade etmektedir.[23] Onun eserinin klasik siyer kaynaklarından fazla bir farkı yoktur. Özellikle kitabının sonuna ilave ettiği şemail ve mucizeler bölümünde pek çok problemli rivayetler yer almaktadır. Bunun nedeni, içerisinde pek çok zayıf ve uydurma rivayetler yer alan yukarıda Kadı Iyaz’dan başlayarak saydığımız kaynaklara dayanarak bu bölümü oluşturmasıdır.
Bu iki kitap çok yaygın olarak kullanılmakla beraber bunlarla birlikte bu alanda daha ileri ve özel bir çalışma yapmak isteyenler İbn Hişam’ın es-Siretu’n-Nebeviyye’sini İbn Kesîr’in es-Siretu’n-Nebeviyye’sini Kadı Iyaz’ın eş-Şifâ’sını, Muhammed Rıza’nın Muhammed Rasulullah’ını okuyup mütalaa etmektedirler. Ancak bu kitaplar ilk iki kitap kadar yaygın olmayıp siyer alanında müracaat kitapları olarak değerlendirilebilir.    
3. Medrese Hocalarının Güncel Hadis Meseleleriyle İlgili Görüşleri
3.1. Istılahlar ve Kavramlarla ilgili Birikimleri
Görüştüğümüz medrese hocaları medreselerde hadis usulüyle alakalı hiçbir kitap okutulmadığını sadece isteğe bağlı olarak bazı hadis kitaplarından hadis metinleri okutulduğunu ifade etmektedirler. Onlar hadis metnine dair en-Nevevî’nin Riyazu’s-Salihin’i, İbn Hacer’in Munebbihat’ı, Ahmed el-Haşim’in Muhtâru’l-Ehâdîs, adlı eserini okuduklarını belirtmektedirler. Bir medrese hocası kendi imkanlarıyla Usulle ilgili Hayrettin Karaman, İsmail Lütfi Çakan, İsmail Hakkı Ünal’a ait Türkçe usul kitaplardan kavramları öğrendiğini, bununla birlikte orijinal kaynaklara da baktığını ifade etmektedir. Dolayısıyla mütevatir ahad, sahih zayıf, cerh tadil ve adalet ve zabt gibi kavramları bildiğini söylemektedir.
Bir kısım hocalar medrese sonrası kendisi Kastallanî’nin başındaki usul-i hadis’le ilgili konuları mütalaa ettiğini ve hatta bazı talebelerine usul ile ilgili bahisler okuttuğunu ifade emişlerdir. Kavramlardan haberdardırlar. Söz konusu Medrese hocası görüşme esnasında Kastallanî’in el-Buhârî şerhi olan, İrşadu’s-Sarî’nin birinci cildini açıp hadis nevilerini tek tek zikretmiştir. Ayrıca İbn Subkî’nin Cemu’l-Cevamî’deki sünnet bölümünü mütalaa ettiğini hatta defalarca okuttuğunu ve orada haberler bölümünün olduğunu göstermiş ve içindekiler bölümündeki başlıkları sıralamıştır.
Başka bir hoca medrese sonrası el-Kâsimî’nin Kavaidu’t-Tahdîs ve İbnu’s-Salah’ın Ulumu’l-Hadis adlı eserini mütalaa ettiğini ifade etmektedir. Mütevatir, ahad, sahih hasen zayıf, cerh ve ta’dil, adalet ve zabt konusunda bilgisi olduğu da konuşmalarından anlaşılmaktadır.
Bir başka medrese mezunu en-Nevevî’nin Riyazu’s-Salihîn ve Erbe’ûn adlı eserini ve İbn Subkî’nin Cem’ul Cevâmî kitabının sünnet bölümünü okuduğunu ifade etmektedir. Söz konusu usul-i fıkıh kitabının sünnet bölümü bir anlamda usul-i hadis mesabesindedir. Medresede hadis namına gördükleri bunlardır. Söz konusu Medrese hocası daha sonra kendisini usul alanında çeşitli kitaplar okuyarak geliştirme yoluna gitmiştir. Tecrid-i Sarih adlı eserin I. cildi ve İsmail Lütfi Çakan’ın Hadis Usulü eseri mütalaa edilmek suretiyle öğrenilmiştir. Fakat uzun yıllar üzerinde durulmadığı için bazı kavramlar zayıf kalmıştır.
Başka bir medrese hocası medrese sonrasında kendi imkanlarıyla İbn Kesîr’in İhtisaru Ulumi’l-Hadis’ini, es-Suyutî’nin Tedribu’r-Ravi’sini hem mütalaa edip hem de okuttuğunu, İbn Hacer’in Nuhbetu’l-Fiker’ini mütalaa ettiğini ve Türkçe olarak da İmam Hatip Lisesi’ni dışarıdan bitirirken usul-i hadise dair bazı Türkçe kitapları okuduğunu ifade etmektedir.
Bazı Medrese hocaları da hadis ilimleri ve ıstılahlarıyla ilgili bilgilerini İlahiyat ön lisans programındaki okutulan kitaplardan elde ettiğini ve bu kitapların hadis/sünnet anlayışında büyük ufuklar açtığını ve önceki bilgilerinde büyük değişiklikler yaptığını ifade etmektedir. Pek çok ıstılahı bu sayede öğrendiğini belirtmektedir.  
Bazı hocalar cerh ve ta’dil, adalet zabt, mütevatir, sahih, zayıf kavramları konusunda bir fikri olmadığını, dolayısıyla bu konuda zayıf olduğunu kabul ve itiraf etmektedirler.
3.2. Sünnetin/Hadisin Dindeki Konumu
Medrese hocalarının hemen hemen tamamı, Sünnetin dindeki konumuyla ilgili klasik anlayışı benimsemektedirler. Dolayısıyla onlar, Hadis/sünnetin İslâm’ın ikinci kaynağı olduğunu kabul etmektedir. Sünnet/hadis dinin bir açıklaması ve tefsiri olarak görülmekte ve sünnet olmadan dinin anlaşılamayacağını ifade etmektedirler. Bu anlayışa sahip olmaları dolayısıyla sünneti toptan redde götürecek ve onun değersizliğine yol açacak tavır ve davranışlara sahip günümüz ilahiyatçılarının yaklaşımlarını esefle karşılamakta ve bunu tehlikeli ve korkunç bir davranış olarak nitelemektedir.
Görüştüğümüz medrese hocalarının hemen tamamı medrese eğitimi görmüş ve bu kurumlarda yetişmiş hocanın sünneti/hadisleri reddetmesinin söz konusu olmadığını ifade etmektedir. Bunun dışında bazı medresede yetişen kimseler vardır ki –bunların sayısı azdır- bunlar sadece sünneti değil, İslâm’ı genel anlamda eleştiren ve itikadî açıdan onların tabiriyle dinden çıkmış kimselerdir. Bunlar itikad açısından problemli oldukları için Kur’an’a eleştirel baktıkları gibi sünneti de reddetmektedirler.
            Sünnetin kaynağı ile ilgili olarak sorulan soruya و ما ينطق عن الهوى ان هو الا وحى يوحى ayetini delil olarak getirmekte ve Peygamber’in hadis/sünnetlerinin de bu çerçevede anlaşılması gerektiğini ifade etmektedir. Yani hadis/sünnetlerin kaynağı vahiy ve ilhamdır. Sünnetin kaynağı konusunda klasik ehli sünnet anlayışını benimsemiş görünmektedirler.
            Medrese hocalarının büyük bir kısmı sünnetin bağlayıcılığı konusunda çok net bilgilere sahip görünmemektedirler. Onların anlayışlarında bağlayıcılık açısından Peygamberin dini yönü ve dünyevî-beşerî yönü şeklinde bir ayırım çok net değildir. Onlara göre Peygamberin beşeri davranışları da sünnettir ve yapılırsa sevap kazanılır. Bunların sünnet olup olmamasındaki ölçü fıkıh kitaplarıdır. Orada neye sünnet denilmişse ona tabi olmakta ve onu sünnet ve aynı zamanda bağlayıcı kabul etmektedirler. Ya da daha önceki alimler neyi sünnet olarak nakletmişlerse onu sünnet olarak telakki etmektedirler.
Bazı hocalar peygamberin davranışlarının din ve dünya ayırımının yapılamayacağını, fıkıh kitaplarında ne şekilde belirtilmişse ve orada ne sünnet olarak kabul edilmişse ona tabi olunacağını ifade etmektedirler.
Görüştüğümüz bazı hocalar da Hz.Peygamber’in meşhur hurma aşilama hadisini dile getirerek Hz.Peygamber’in dünyevi konulardaki bazı davranışlarının bizi bağlamayacağını ama dini konulardaki davranışlarının bütün Müslümanlar için bağlayıcı olduğunu ifade etmektedir. Bunlara göre Hz.Peygamber’in iki yönü vardır. Birincisi, Bir insan olarak yaptığı davranışlardır ki bu yönüyle bütün insanlarla ortaktır. Diğer bir yönü de risaletle ilgili yönüdür. Bu konudaki davranışları bütün Müslümanları bağlayıcıdır. Aynı medrese hocası Hubab b. Münzir ile Hz.Peygamber arasında geçen bir olayı örnek olarak nakletmekte ve bu olayda Bedir harbinde Müslümanların konakladığı yer konusunda Hubab’ın Hz.Peygamber’e bunun kendi görüşü mü yoksa vahyin bir talimatı mı olduğunu sorduğunu ve Peygamber’in kendi görüşü olduğunu anlayınca da Müslümanların konakladığı yerin harp stratejisi açısından yerinde olmadığını ifade ettiğini belirterek Hz.Peygamber’in her yaptığı davranışın bağlayıcı olmadığını ifade etmektedir.
Bazı hocaların Peygamberin fiillerinin bağlayıcılığı konusunda hiçbir fikri olmadığı müşahede edilmektedir.
3.3. Sahabe Konusu
Medrese hocalarının hemen tamamı sahabeyi hadisçilerin tanımladığı biçimde tanımlamaktadırlar. Onlar sahabeyi Hz.Peygamber’i bir an dahi gören ve Müslüman olarak ölen kimse olarak kabul etmektedirler. Usul-i fıkıhçıların sahabî tanımına itibar etmemektedirler. Görüştüğümüz hocalar içinde Usul-i Fıkıhçıların tanımını benimseyen kimse bulunmamaktadır. es-Suyutî’nin nahivle ilgili kitabı olan Elfiye’sinde şu ibareyi her medrese hocası ezbere bilmektedir: من رأي النبى اوالنبي راه و مات مسلما فهو صحابي
Bazı hocalar sahabiler arasında fazilet ayırımı yapmaktadırlar. Bir Hz. Ebu Bekir ve Hz.Ömer ile Muaviye, Amr b. el-As arasında ayırım da yapmaktadırlar. Hepsi sahabeyi adil olarak kabul etmektedir. Ancak fazilet sıralaması da yapmaktadırlar. Hatta bir medrese hocası sahabeyi fazilet sıralaması ve adaletleri açısından üçlü bir taksime tabi tutmaktadır. Birinci kısımda Hz.Peygamberle sürekli beraber olan, onunla gazveye katılan, her şeyiyle İslam’a hizmette bulunan ve fitneden uzak duran sahabiler. İkinci kısımda durumu orta halli ve fitnede tarafsız kalan sahabiler. Üçüncüsü ise siyasi olaylara bizatihi katılan ve birbirleriyle savaşan sahabiler. Tabii ki bu sınıflandırmada birinci ve ikinci kısma olumlu bakılırken, üçüncü kısımda olanlara ihtiyatla yaklaştığını belirtmiştir.
Ama bununla birlikte Medrese hocalarının hemen tamamı sahabeyi adil kabul etmekle birlikte, zabtları konusunda ise sahabenin bazılarının zabtlarının iyi olacağını bazılarının da iyi olmayabileceğini kabul etmektedir. Sahabenin hıfz gücü, anlama ve kavrama kabiliyetleri konusunda farklılık arz etmesinin onların insan olmalarının bir neticesidir. Onlara göre peygamber ismet sahibidir, ancak sahabiler öyle değildir. Onlarında yanılma ihtimalleri daima vardır.
Sahabenin zabtı konusu biraz detay olduğu için bazı hocaların fazla bir düşüncesi olmadığı anlaşılmaktadır. Bazı hocalar da sahabenin zabtını adaleti içinde değerlendirmekte ve adalet de olduğu gibi zabtlarının da mükemmel olduğunu düşünenler vardır.
3.4. Sünnetin Anlaşılması Meselesi
Medrese hocalarının büyük çoğunluğu sünneti, Peygamberin davranışlarının altında yatan mana-hikmet, ilke amaçtan ziyade lafzî ve şeklî olarak anlamaktadırlar. Sünnet denilince ilk akla gelenler namazların sünneti, sünnet olmak, sakal bıyık bırakmak, misvak kullanmak, sarık sarmak, kılık ve kıyafet, yeme-içme yatma-kalkma gibi peygamberimizin davranışları konusunda fıkıh kitapları neye sünnet olarak hükmetmişse onu sünnet olarak kabul etmektedir. Onların Hz.Peygamber’in hadislerinin söyleniş nedeni ve sözün altında yatan manayı ve  hikmeti araştırma gibi bir düşünceye sahip olmadıkları görülmektedir. Medrese hocalarının büyük bir çoğunluğu bu şekilde düşünmektedir. Buradan hareketle onlar arasında sünnetin toplumsal boyutundan ziyade bireysel ve şekil ve lafza önem veren sünnet anlayışının yaygın söyleyebiliriz.
Fakat Yüksek tahsil görmüş (imam-hatip ve İlahiyat ön lisans-Çeşitli Fakültelerden mezun olanlar) ve bakış açıları daha geniş bazı medrese mezunları şekle önem vermekle birlikte Peygamberin bu davranışı hangi amaçla yaptıklarını araştırma gayretleri de gözlenmiştir. Bazı hocalar Hz.Ömer’in müellefe-i kulub hakkındaki ve kıtlıkta hırsızlık yapanların ellerinin kesilmemesi konusundaki uygulamalarını örnekler vererek bazı hükümlerin askıya alınabileceğini veya zaruri durumlarda bazı hükümlerin uygulanmayabileceğini ifade etmişlerdir. Yalnız bu düşüncede olanların çok az olduğunu belirtmekte yarar vardır. Bu düşüncede olanlar daha ziyade son nesildir.
3.6. Hadislerin Sıhhati Konusu
Medrese hocaları en sahih hadis kitabı olarak başta Buhari ve Muslim olmak üzere daha sonra sırasıyla kutub-i sitte ve kutub-i tis’a diye isimlendirilen diğer kitapları kabul etmektedirler. Medrese hocalarının hemen hemen büyük çoğunluğu el-Buhârî ve Müslim’de zayıf ve uydurma hadis bulunmayacağına inanmaktadırlar. Bu hocaların büyük çoğunluğunun görüşüdür. Özellikle eski nesil el-Buhârî ve Mulim’de zayıf ve mevzu hadis olabileceğini kabul etmemektedirler. Son nesil diyebileceğimiz medrese mezunlarından bazıları mevzû değil ama zayıf olabileceğini kabul etmektedirler.
Hadislerin sıhhati konusuna özel bir önem veren Medrese hocalarına da tanık olunmaktadır. Görüşmelerimiz esnasında 5-6 yıl önce vefat eden Molla Abdulhadi Araşkî adında bir alimden bahsedilmektedir. Bu alimin hadislerin sihhatine son derece dikkat ettiği ve adeta bu konuda uzmanlaştığı ifade edilmektedir. Herhangi bir hadis sorulduğu zaman onun sahih, zayıf veya uydurma olup olmadığını hemen söyleyiverecek bir bilgiye sahip olduğu anlatılmaktadır. Hatta bundan dolayı va’z eden veya hutbe veren hocalar, Molla Abdulhadi camiye geldiğinde tenkidine maruz kalmamak için. “Kale Rasulullah” yerine “Ruviye Rasulullah” şeklinde hadisleri irad ederlermiş. O, hadis tenkidi açısından münekkid bir kafa yapısına sahip olduğundan dolayı meslektaşları “önüne gelen hadisi tenkit ediyor” diye ona ta’nda bulunurlarmış. Bu bilgiyi anlatan medrese hocası, onun en-Nevevî’nin Riyazu’s-Salihîn adlı eserindeki 40 hadisi tetkikleri neticesinde zayıf olarak tespit ettiğini ve bu konuda bir risale yazdığını ifade etmektedir. Fakat bu özelliğe sahip hocaların çok az ve hatta rastladığımız tek örnek olduğunu belirtmekte fayda vardır.
Fakat yeni nesil diyebileceğimiz ve yüksek tahsil görmüş medrese hocaları el-Buhârî ve Muslim’de az da olsa zayıf ve uydurma hadis bulunacağını ifade etmektedir. Yine aynı niteliklere sahip bir başka hoca, zayıf hadis vardır ama uydurma olabileceğine bugüne kadar rastlamadığını ifade etmektedir.
Bazı Medrese hocaları da bir hadis önlerine geldiği zaman onu mutlak anlamda Hz.Peygamber’in sözü imiş gibi telakki etmektedirler. Onlar bu hadisin zayıf veya uydurma olabileceklerini hiç değerlendirmeye almamaktadırlar. O hadisin Hz.Peygamber’den nakledilmiş olması, sahih hadis olarak kabul edilmesi için yeterlidir. Hatta bunun da ötesinde bütün matbu kitaplarda mevcut bulunan hadisleri sahih olarak kabul etme gibi bazı anlayışlar da az da olsa yok değildir. Bu konudaki iki Medrese hocasının ayrı ayrı görüşmelerimiz esnasında söylediği şu söz dikkat çekicidir. “Göreve başladığım ilk dönemlerde bir hadis kitabında geçen bütün hadislerin doğru olduğunu kabul ediyordum. “Kitapta olduğuna göre sahihtir” anlayışı vardı. Fakat mesleğimin ileri ki dönemlerinde artık her hadis kitabında geçen hadisin sahih olmadığını, bunun yanında o hadis kitabında hasen, zayıf ve uydurma olanların da olabileceğini fark ettim. Ondan sonra hadisleri cemaata okurken o hadisin sıhhatini de belirtmeye başladım. Kitaplar da yazılı olsa da o hadis kitabında zayıf, uydurma ve aslı olmayan hadislerini varlığı gördüm.”Yalnız anlatılan bu olay, el-Buhârî ve Muslim ve kutub-i sitte’den sayılan kitaplardan ziyade onların dışında diğer hadis ve va’z –irşad türü eserler için geçerlidir. Bu anlayış geçmişte yaygın olmakla birlikte az da olsa bazı medrese hocalarında halen mevcuttur. Ama bu anlayış yeni nesillerde büyük oranda kırılmaktadır.  
3.7. Hadiste Yenilikçi-Gelenekçi Bakış Açısı
Bu bölümde öncelikle fıkıhta içtihad kapısının kapanıp kapanmadığı sorusuna  yer verilmiş ve ardında da hadiste bugün bazı konularda yeniden içtihada ihtiyaç olup olmadığı ve hadislerin sıhhat açısından yeniden tespitinin mümkün olup olmadığı sorusu yöneltilmiştir.
Görüştüğümüz hocaların anlattığına göre bu konuda hocalar iki gruba ayrılmıştır.
İlk grup gerek hadiste gerekse fıkıhta içtihad yapabilecek ehliyette kimselerin bulunmaması sebebiyle bu yolun kapalı olduğunu düşünmektedir. Medrese hocalarının büyük bir kısmı, yeni çıkan problemler konusunda yeni yorumların yapılmasına olumlu bakmadığı ve onlar fıkıh kitaplarında ne hüküm verilmişse ancak oradaki meselelere kıyas edilerek bugünkü problemlere çözüm bulunabileceğini ve mevcut fıkıh kitapları dışına çıkılamayacağını ifade etmektedirler. Onlara göre bu konuda uzman kişilerin olmaması ve ayrıca kitaplarda geçmiş alimlerimizin her konunun hükmünü verdiklerinden dolayı yeni görüşlere ve yorumlara ihtiyaç bulunmamaktadır. Bu bakış açısında olanlara göre bir ayet ve hadisle bir kişi kendi reyi ile hüküm veremez. Bu konuda alimlerin yorumlarına bakmalı ve ona göre hüküm verilmelidir. Bir hadisin değerlendirmesine o hadisin geçtiği kitaplardaki alimlerin verdiği hükme uyulmalıdır. Orada o hadisin sıhhati ile ilgili ne söylenmişse veya o hadisle ilgili ne yorum yapılmışsa ona göre hüküm verilmelidir.
Bu konuda nakledilen iki örnek aydınlatıcı olacaktır. Hazrolu Hacı Abdulfettah efendi klasik ilmi anlayışa sahipti. Mütekaddimin alimlerinden çok saygıyla bahseder, onların seviyesine ulaşmanın zor olduğundan bahsederdi. Bir defasında iyi bir alim olan Liceli Hasi Hoca (1951)’ dan bahsederken “Çok iyi bir alimdir ama bir kusuru vardır, bazen fıkıh kitaplarında olmayan şeyleri söylüyor” diyerek klasik kaynaklara sıkı sıkıya bağlılığını göstermiş ve mevcut kitapların dışına çıkılmaması gerektiğini ima etmiştir. Yine bir gün öğrencilerinden biri İmam Şafii’nin el-Umm kitabını almak istediğini söylediğinde buna bozulmuş ve “sen kim el-Ummu anlamak kim” şeklinde tepki göstermiş, öğrencisi kitabı sizin için almak istiyorum dediğinde yine tepki göstererek kitabın kendisinin anlayacağı seviyenin de çok üstünde olduğunu ifade etmiştir.[24] Medrese hocalarında fıkhî fetvalar konusundaki kitaba bağlılık hadislerin değerlendirilmesinde de görülmektedir. Onlara göre bir hadisle amel edileceği veya hüküm verileceği zaman kitaplarda ve şerhlerde nasıl yorumlandığına bakılmalı ve ona göre hadisle ilgili hüküm verilmeli ve ona göre amel edilmelidir.
Bu bağlamda hadislerde içtihad konusunda bazı medrese hocaları yeniden bazı hadislerin sahih, hasen, zayıf ve mevzû şeklindeki tespitin bugün mümkün olmadığını, çünkü Peygambere daha yakın olan insanların bu imkana daha fazla sahip olduklarını belirtmektedirler. Onlara göre ilk dönem alimleri hadis ravilerini daha fazla tanımakta, bilgileri daha taze olup, onların verecekleri kararlar daha isabetlidir. Bu sebeple onlar bugün isnad silsilesinin uzamasından dolayı fazla bir şey yapılamayacağını ve bu konuda alimlerin tespitleriyle yetinmenin daha doğru olduğunu ifade etmektedir.
İkinci gruba göre sosyal hayatın getirdiği yeni ihtiyaçlar ve problemler için çözüm anlamında yeni görüşler ve bakış açıları gereklidir. Onlar içtihad yapılabileceğini kabul ediyor ve bunun İslâm’ın ve İslâm toplumunun gelişmesi için önemli olduğunu belirtiyor ama gerek medresede gerekse devletin resmi okullarında bu içtihadı yapabilecek ehliyette uzman kişilerin yetişmediğini ve dolayısıyla bunun mümkün olmadığını ifade etmektedirler.
Üçüncü grup medrese hocaları yeni problemler için yeni fetvaların verilebileceğini yine bin dört yüzyıllık gelenekten yararlanmak kaydıyla bugünkü alimlerin kendi kanaatlerini katarak günün ihtiyaç ve problemlerine cevap teşkil edecek çözümler getirebileceklerini ifade etmektedirler. Müslümanların problemlerine çözüm olabilecek içtihad ve fetva verebilecek ehliyette alimlerimiz bugün mevcuttur. Bu gruba mensup medrese hocalarının arasında İslam toplumunun ihtiyacı olan içtihad müessesinin mutlaka çalıştırılması gerektiğini düşünenler vardır. Bunların anlayışına göre yeni çıkan meseleler konusunda içtihad yapmaya gerçekten ehil ve uzman insanlar hem geçmiş geleneğimizi tetkik ederek hem de Kur’an ve Sünnetten delilleri değerlendirmek suretiyle günümüz şartları da göz önünde bulundurularak ve kendi kanaatlerini ve yorumlarını da katarak yeni hükümler ve fetvalar verebilirler. Bu kapı Müslümanların ilerlemesi ve gelişmesi için son derece elzemdir. Bu şekilde düşünen hocaların sayısı az olsa da mevcuttur. Bunlar aynı zamanda hadislerin sahih, zayıf ve uydurmalarının tespitinde içtihad faaliyetinin geçerliliğini kabul etmektedirler. Bunlar güncel bir mesele olan fitre örneğini vermektedirler.. Şafiîlere göre fitre bizzat buğday’ın kendisinden verilmelidir. Yıllarca bazı klasik medrese hocaları fitrenin aynıyla verilmesi gerektiğini savunuyorlardı. Ama şu son dönemlerde şartların değişmesi ve buğdayın bizatihi verilmesinin zorlaşması gibi nedenlerden dolayı artık paranın da verilebileceği fetvasını veren hocalar olmuştur. Bir anlamda şartlar onları bu şekilde fetva vermeye ve içtihad yapmaya zorlamıştır.
Sonuç
            Görüştüğümüz medrese eğitimi almış ve müderrislik yapmış hocalar sanki söz birliği edercesine medreselerde yan ders olarak hadis metinleri okunduğunu ama hadis ilimleri ve ıstılahları (hadis usulü) derslerine hemen hiç yer verilmediğini ve bunun büyük bir eksiklik olduğunu kabul ve itiraf etmektedirler. Hatta bir değerli hocamız Güneydoğuda ve özellikle Diyarbakır’da iki bilim dalında yani hadis, hadis ilimleri ve ıstılahlarında ve tecvid ilminde son derece yetersiz kalındığını açık yüreklilikle ifade etmiştir. Hadis usulüne dair kitaplar daha sonra medrese hocalarının kendi imkan, ilgi ve gayretleriyle mütalaa imkanına kavuşmuştur. Bugün yaşı kırkın üzerinde olan hocalar bu durumdadır. Hadis metinleriyle birlikte Hadis usulüne dair kitaplar son on beş yıldan beridir okutulmaya başlanmıştır ki bu kitapları okuyanlar genç nesilleri teşkil etmektedir.  
Medrese hocalarının gerek medresede okudukları hadis kitapları gerekse medrese sonrası en fazla mütalaa ettikleri hadis kitapları orijinal eser olmayıp daha ziyade derleme eserlerdir. İçlerinde sahih hadislerin çoğunlukta olduğu Riyazu’s-Salihîn, Erbe’ûn ve Tâcu’l-Câmi gibi kitaplar olduğu gibi, pek çok zayıf ve uydurma haberleri ihtiva eden el-Camiu’s-Sağîr, et-Tergîb ve’t-Terhîb, Muhtâru’l-Ehâdîs, gibi hadis kitapları da bulunmaktadır. Bu mütalaa edilen kitapların dışında bazı medrese hocalarının orijinal hadis kaynaklarına ihtiyaç duyulduğu ölçüde mütalaa şeklinde değil, ama zaman zaman hadislerin kaynağını bilmek maksadıyla kutub-i sitte’ye müracaat ettiklerini de belirtmek gerekir. Şerhlerden en yaygın olanlarını sırasıyla en-Nevevî’nin Muslim şerhi, İbn Hacer’in Fethu’l-Bârî’si, Kastallanî’nin İrşâdu’s-Sârî’si, el-Münâvî’nin Feyzu’l-Kadîr’ini sayabiliriz. Siyer kitapları olarak da Nuru’l-Ebsar ve Nuru’l-Yakîn çok yaygın olarak okunan kaynaklardır. Bunların, Peygamber tasavvurunun teşkilinde önemli bir rol oynadığı izahtan varestedir.. 
Medrese hocalarının ıstılah bilgisi medrese de hadis usulü okumadıkları ve daha sonra kendi gayretleriyle mütalaa imkanı buldukları için istenilen seviye de olmasa da tamamıyla yetersiz demek de mümkün değildir. Bu durum onların daha fazla sarf, nahiv ve fıkıh alanında yoğunlaşmalarından kaynaklanmaktadır. Onlar sünnet ve hadisleri İslâm’ın ikinci kaynağı olarak görmekte ve dinin bir açıklaması ve tefsiri olarak kabul etmektedirler. Onların anlayışlarında bağlayıcılık açısından Peygamberin dini yönü ve dünyevi-beşeri yönü şeklinde bir ayırım çok net değildir. Onlara göre Peygamberin beşeri davranışları da sünnettir ve yapılırsa sevap kazanılır. Bunların sünnet olup olmamasındaki ölçü fıkıh kitaplarıdır. Orada neye sünnet denilmişse ona tabi olmakta ve onu sünnet ve aynı zamanda bağlayıcı kabul etmektedirler. Bununla birlikte bazı hocaların Peygamber’in davranışlarını dini-beşeri davranışlar olarak iki kategoriye ayırdıkları görülmektedir. Fakat bunlar azınlıktadır. Sünnetin Kaynağı konusunda klasik ehli sünnet anlayışını benimseyerek sünnetin tamamına yakın bir kısmının vahiy ve ilham kaynaklı olduğu veya vahiyle zımnen onaylandığı görüşü hakimdir. Medrese hocaları sünneti, Peygamberin davranışlarının altında yatan mana-hikmet, ilke amaçtan ziyade lafzî ve şeklî olarak anlamaktadırlar. Medrese hocalarının hemen tamamı Sahabeyi hadisçilerin tanımladığı biçimde tanımlamaktadırlar. Hepsi sahabeyi adil olarak kabul etmektedir. Sahabenin zabt açısından yanılabileceğini kabul edenler olmakla birlikte onların zabtlarının mükemmel olduğunu düşünenler de çoğunluktadır. Medrese hocaları en sahih hadis kitabı olarak başta Buhari ve Muslim olmak üzere daha sonra sırasıyla kutub-i sitte’yi kabul etmektedirler. Medrese hocalarının hemen hemen büyük çoğunluğu el-Buhârî ve Müslim’de zayıf ve uydurma hadis bulunmayacağına inanmaktadırlar. Bazıları da mevzu değil ama zayıf hadisin olabileceğini kabul etmektedirler. Genelde Fıkıhta ve hadiste içtihad edilip edilmeyeceği konusunda  hocalar üç gruba ayrılmıştır. İlk grup gerek hadiste gerekse fıkıhta içtihad yapabilecek ehliyette kimselerin bulunmaması sebebiyle bu yolun kapalı olduğunu düşünmektedir. Bu bağlamda hadislerde içtihad konusunda bazı medrese hocaları yeniden bazı hadislerin sahih, hasen, zayıf ve mevzû şeklindeki tespitin bugün mümkün olmadığını, çünkü Peygambere daha yakın olan insanların bu imkana daha fazla sahip olduklarını belirtmektedirler. İkinci grup, içtihad yapılabileceğini kabul ediyor ve bunun İslâm’ın ve İslâm toplumunun gelişmesi için önemli olduğunu belirtiyor ama gerek medresede gerekse devletin resmi okullarında bu içtihadı yapabilecek ehliyette uzman kişilerin yetişmediğini ve dolayısıyla bunun mümkün olmadığını ifade etmektedirler. Üçüncü grup medrese hocaları yeni problemler için yeni fetvaların verilebileceğini yine bin dört yüzyıllık gelenekten yararlanmak kaydıyla bugünkü alimlerin kendi kanaatlerini katarak günün ihtiyaç ve problemlerine cevap teşkil edecek çözümler getirebileceklerini ifade etmektedirler. Müslümanların problemlerine çözüm olabilecek içtihad ve fetva verebilecek ehliyette alimlerimizin bugün mevcut olduğunu belirtmektedirler.

[1] Bu makale 22-23 Temmuz Bolu/ Gerede Hadis Meclisinde sunulan tebliğin bazı ilavelerle geliştirilmiş halidir.
[2] Medreselerdeki ders müfredatıyla ilgili detaylı bilgiler için bkz: Muhammed Şerif Eroğlu, Bütün Yönleriyle Arabkendî, Kent yay, İst, 2004 .
[3] Cami İmamlarının özellikle Şırnak, Silaopi ve Cizre yöresindeki imamların hadis bilgisi ve kaynak bilgisi için detaylı bilgiler için bkz: Mehmet Bilen, Cami İmamlarının Hadis Bilgilerinin Mahiyeti Üzerine Tecrubî bir Araştırma, İslamiyat, IV, 2001, sayı: 1, s. 73-88.
[4] Muhammed Ebu Zehv, el-Hadis ve’l-Muhaddisûn, Daru’l-Fikri’l-Arabî, Mısır, tarihsiz, s. 433.
[5] İsmail Lütfi Çakan, Hadis Edebiyatı, İst, 1989, s. 122.
[6] Tayyib Okiç, Bazı Hadis Meseleleri Üzerine Tetkikler, AÜİF yay, İst, 1959, s. 153.
[7] el-Leknevî, el-Ecvibetu’l-Fâdıle, Mektebetu’l-Matbû’âti’l-İslâmiye, Beyrut, Tarihsiz, s. 121 ; Krş: Hayri Kırbaşoğlu, Hadis Metodolojisi, Ankara Okulu yay, Ankara, 1999, s. 330.
[8] el-Leknevî, a.g.e,s. 123-124.
[9] Bu bilgiyi Kuba Camii’nin İmam Hatib’i ve aynı zamanda medrese alimi olarak kabul edilen Zeynelabidin Çiçek vermiştir.
[10] Kırbaşoğlu, Hadis Metodolojisi, s. 330.
[11] en-Nevevî, Metni’l-Erbe’în en-Nevevî fi’l-Ehâdîsi’s-Sahîhati’n-Nebeviyye, s. 9.
[12] Yaşar Kandemir, İbn Hacer el-Askalânî mad., DİA, İst, 1999, XIX, 529.
[13] el-Münavî, Feyzu’l-Kadîr, I, 21.
[14] el-Leknevî, el-Ecvibetu’l-Fadıla, s. 130.
[15] el-Leknevî, a.g.e, s. 130.
[16] İsmail Lütfi Çakan, Hadis Edebiyatı, s. 118 ; Bu konuda daha detaylı bilgiler için Tâcu’l-Câmî’nin takriz bölümüne bakılmalıdır.
[17] Ahmed el-Haşimî (öl:1943), Muhtaru’l-Ehâdîsi’n-Nebeviyye ve’l-Hikemi’l-Muhammediyye, Tahric: eş-Şeyh Cemil Hammûd, Beyrut, 1996-1417.
[18] Şeriketu Mektebeti ve Matbaati Mustafa Elbanî ve Evladuhu, Kahire, 1367-1948
[19] eş-Şeblencî, Nuru’l-Ebsâr, s. 28.
[20] Bu tür eserlerdeki rivayetlerin değerinin tetkiki için bkz: H.Musa BAĞCI, Hz.Peygamber’in Beşeri Yönü, (Basılmamış Doktora tezi), Ankara, 1999.
[21] Celal Nuri İleri, Hatemu’l-Enbiya, Yeni Osmanlı Matbaası, İst, h.1332, s. 19.
[22] el-Mektebetu’t-Ticariyyeti’l-Kubrâ, Mısır, Tarihsiz.
[23] Muhammed el-Hadarî, Nûru’l-Yakîn, s. 2.
[24] M. Cevat Ergin, Hazrolu Hacı Abdulfettah Yazıcı, (Basılmamış makale), s. 5.
PROF. DR.H. MUSA BAĞCI WEB SİTESİ
 
Facebook beğen
 
ANLAMLI SÖZLER
 
BUGÜNKÜ HANEFİ FAKİHLERİ, TIPKI İMAM EBU HANİFE TAKLİTÇİLERİNİN MUŞAHHAS OLAYLAR ÜZERİNE VERİLEN HÜKÜMLERİ EBEDİLEŞTİRDİKLERİ GİBİ, KENDİ MEZHEBİNİN RUHUNA AYKIRI OLARAK İMAM EBU HANİFE'NİN YORUMLARINI EBEDİLEŞTİRMİŞLERDİR. BU İTİBARLA, İÇTİHAT KAPISININ KAPANMIŞ OLMASI, KISMEN FIKIH KAVRAMININ BİLLURLAŞMIŞ OLMASINDAN, KISMEN DE EMEVİLERİN ÇÖKÜŞ DÖNEMİNDE BÜYÜK DÜŞÜNÜRLERİ PUTLAR HALİNE GETİREN ZİHNİ TEMBELLİK YÜZÜNDEN MEYDANA GELEN EFSANEDİR. EĞER DAHA SONRAKİ ALİMLER BU EFSANEYİ SAVUNMUŞLARSA BUGÜNÜN İSLAM DÜŞÜNCESİ, BU GÖNÜLLÜ TESLİMİYETE BOYUN EĞMEK ZORUNDA DEĞİLDİR. (M. İKBAL, İSLAMDA DİNİ DÜŞÜNCE, S. 238)

"ŞU HSUSUSU GERÇEKLEŞTİRMEK VE İNSANLARI ONA ÇAĞIRMAK İÇİN BÜTÜN GÜCÜMLE ÇALIŞTIM. BUNLARDAN BİRİSİ, DÜŞÜNCEYİ TAKLİT ZİNCİRİNDEN KURTARMAK; DİNİ, TEFRİKAYA DÜŞMEDEN, İLK MÜSLÜMANLARIN ANLADIKLARI ŞEKİLDE ANLAMAK VE ONU AKLIN AŞIRILIKLARINDAN KORUMAKTIR. (ABDUH, TEVHİD, S. 49)
ANLAMLI SÖZLER
 
ŞİMDİ İNSAF EDELİM, BU RUH HALİ İLE BİZİM İÇİN TERAKKİ İMKANI VAR MIDIR? BİZ BU CEHALET VE TAKLİT KÖTÜLÜĞÜYLE ŞİMDİKİ MEDENİYETİN ŞİDDETLİ CEREYANLARINA KARŞI DİNİMİZİ, MİLLETİMİZİ NASIL MUHAFAZA EDEBİLİRİZ? MİLLET BU BATIL AN'ANELERDEN KURTARILMADIKÇA, İSLAM'IN ASLİ HAKİKATLERİ BÜTÜN SAFİYETİYLE AÇIĞA ÇIKARILMADIKÇA BEN BUNUN İMKANINI GÖREMİYORUM. TERAKKİNİN ESASI CEHALETTEN İLME, TAKLİTTEN TAHKİKE GEÇMEKTİR. CEHALETLE VE TAKLİTLE HİÇ BİR ZAMAN TERAKKİ EDEMEYECEĞİMİZ GİBİ, DİNİMİZİ DE MİLLETİMİZİ DE MUHAFAZA EDEMEYİZ. GENÇLERİMİZ DİNSİZ OLUYOR DİYE BUGÜN ŞİKAYET EDİYORUZ. ELBETTE OLURLAR. BİZİM ŞİKAYETE HAKKIMIZ YOKTUR. BÜGÜNKÜ MEDENİYETİN İLİM VE FENLERİNDEN AZ ÇOK NASİBİNİ ALMIŞ DİMAĞLAR, ARTIK HURAFE DİNLEYEMEZ. ONLARI İSLAMI'N KATİ HAKİKATLERİYLE AYDINLATMAK GEREKİR. (SEYYİD BEY, İSMAİL KARA'NIN TÜRKİYE'DE İSLAMCILIK DÜŞÜNCESİ KİTABINDAN S. I/225.)
Peygamber (s.av)'e Bakışımız
 
"İslam Peygamberini eski dünya ile modern dünyanın ortasında durmuş görmekteyiz. Hz.Peygamber (s.a.v) bildirmiş olduğu vahyin kaynağı bakımından eski dünyaya, fakat bildirmiş olduğu vahyin ruhu bakımından modern dünyaya bağlıdır. Onun gelişi ile hayat aldığı yeni istikamete uygun yeni kaynaklar keşfetmiştir."
Allame Muhammed İkbal

Hz.Peygamber'in bir insan, beşer peygamber olduğunu söylerken, onun sıradan ve standart bir insan olduğu anlaşılmamalıdır. Aksine o, yüksek karakteri ve sahip olduğu yüce ahlaki yapısıyla hem peygamberlik öncesi hem de sonraki yaşantısıyla "farklı" olduğu dikkatlerden kaçmamıştır. Onun farklılığı "tür farklılığı" değil, "nitelik ve kalite farklılığı"dır. Kur'an'ın açık ve kesin ifadelerine rağmen onu insanüstü göstermek, onu bir melek veya yarı-ilah seviyesine çıkaracak ifadeler kullanmak ona yapılabilecek en büyük haksızlıktır.
GÜZEL SÖZLER
 
"KANAATİMCE EVRENİN ÖNCEDEN DÜŞÜNÜLEREK YAPILMIŞ BİR PLANIN ZAMANLA BİLGİLİ BİR ŞEKİLDE İŞLEYİŞİ OLDUĞU YOLUNDAKİ GÖRÜŞTEN KUR'AN-I KERİM'İN GÖRÜŞÜNE DAHA YABANCI BİR ŞEY OLAMAZ" (MUHAMMED İKBAL )
.Hakikati bulan, başkaları farklı düşünüyorlar diye, onu haykırmaktan çekiniyorsa, hem budala, hem de alçaktır. Bir adamın "benden başka herkes aldanıyor" demesi güç şüphesiz; ama sahiden herkes aldanıyorsa o ne yapsın?
Daniel de Foe (Cemil Meriç, Bu Ülke adlı kitabından)

Kur'an'a göre seçilmiş halk ve ırk yoktur. Tek üstünlük ölçüsü, Allah'ın dinine bağlılıktır. İslam, insanları tek dil, kültür ve coğrafyada değil, tevhid inancı etrafında birleştirir ve ümmet fikrini telkin eder. İslam, Hıristiyanlığın mutlak ferdiyetçiliğini ve yahudiliğin ırkçılığını reddeder. Kur'an'a göre değer ölçüsü Allah'ın rızasına uygun güzel faaliyet ve davranışlarıdır (amel-i salih). Her etnik grubun insani ve yasal hakları korunmak suretiyle İslam kardeşliği ve eşitliği ilkesi temel olmalıdır. İslam kardeşliği ve eşitliği prensibine aykırı düşen ve ırkçılığı telkin eden rivayetlere ihtiyatla ve mesafeli yaklaşmak gerekir.

Ünlü bilgin Cahız der ki: Geçmişe körü körüne teslim olmak, taassuba, heva ve heves sahibi olmaya yöneltir. Atalara uymak, insanların aklını esir alır. insanları körleştirir, sağırlaştırır. Bu yüzden dini, nazar ve araştırma yolu ile öğrenmek gerekmektedir.

Tevekkül, toplumda yaygın anlayışa göre kişinin görev ve sorumluluğunu Allah'a fatura ederek tembellik, miskinlik ve uyuşukluk yapması değil, bilakis Kur'an'a göre insanın herhangi bir konuda kendi üzerine düşen sorumluluğu yerine getirdikten sonra akabinde ortaya çıkabilecek engellerin bertaraf edilmesi için Allah'a güvenmek ve dayanmaktır. (11, Hud, 123; 14, İbrahim 12 vd.)

Dinde zorlama yoktur. İnsana düşen öğüt, nasihat ve tebliğdir. Zorlama ve baskı ile gerçekleşen imana iman denilemez. İçselleştirilmiş, içten, sahici ve samimi iman gerçek imandır. Hz.Peygamber ve onun değerli ashabı bu sahici ve samimi iman sayesinde insanlık tarihindeki büyük değişim ve dönüşümü gerçekleştirmiştir.

Dua,insanın Allah ile iletişimidir. Kur'an, Allah'a yapılan duaların kişinin işlediği salih ameller tarafından Allah katına yükseltileceğini bildirir. (35, Fatır, 10) Duanın kabulü için amel-i salih esastır. Hz.Peygamber duasının kabul olması için dua etmeden önce sadaka vermeyi prensip edinmiştir. Türbelerden, evliya gibi zatlardan, diğer kişi ve gruplardan kendileri aracı yapılarak istekte bulunmak insanı şirke götürebilecek yaklaşımlardır. İnsanı Allah'a yaklaştıran sadece güzel faaliyet ve davranışlardır (amel-i salih).(maide 35; İsra 57).

İslam, sadece uygulanması gereken ilkelerden ibaret olmayıp, aynı zamanda nezaket, incelik, kibarlık ve centilmenliktir. (31, Lokman, 19; 49, Hucurat, 2-4).

Allah'ın varlığını ve her şeyin yaratıcısı olduğunu kabullenmek tevhidin en yüzeysel anlamıdır. Zira bu anlamda putların kendilerini Allah'a ulaştıracağını söyleyen ve Allah'ın varlığına inanan müşriklerin asgari anlamda tevhidi kabul ettikleri söylenebilir. Oysa ki İslam'ın gerçek anlamda tevhidden kastı, Allah'ın varlığını ve birliği ve her şeyin yaratıcısı olduğunu kabulle birlikte Allah'ı değer koyucu bir otorite olarak kabul edilmesi, yani onun peygamberler aracılığıyla gönderdiği mesajlara boyun eğilmesidir. İşte bir müşrik ile müslüman arasındaki temel fark budur.

Ahiret tövbe yeri değil, hesap verme yeridir. Tövbe fırsatı insana bir defa sadece dünya hayatında verilmiştir. Bu yüzden İslam karma, tenasuh veya yeniden dünyaya farklı varlıklar şeklinde gelme gibi anlayışları tasvip etmez, reddeder.
 
Bugüne kadar 265721 ziyaretçi (499713 klik) kişi burdaydı!
webmaster: H.Musa BAĞCI Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol