PROF.DR.H.MUSA BAĞCI WEB SİTESİNE HOŞ GELDİNİZ
   
 
  Bir Hadis Metninin Tenkidinde Esas Alınacak Kriterler Nedir?

 

Kur’an’da bir çok ayette Hz.Peygamber’e “Ben sadece Rabbimden bana vahyedilene uyarım,” 7, A’raf 203) veya “Ben sadece, bana vahyilene uyarım,” (6, En’am 50) demesi emredilmiş ; bazı ayetlerde ise Cenab-ı Hak kendisine “Rabbinden sana indirilene uy” (6, En’am 106) diye emretmiştir. Bu ayetler, Hz.Peygamber’in vahye uymak zorunda olduğunu açık bir biçimde göstermektedir. Kendisine gönderilen Kur’an’a ilk inanan ve onu ilk olarak uygulayan yine Hz.Peygamber’in kendisidir. Bir Peygamber’in ilk olarak kendisinin uymakla yükümlü olduğu bir kitaba aykırı inanç, düşünce ve eylem içinde olması hiçbir surette mümkün olamayacağındandır ki biz bugün her hangi bir kaynakta rastladığımız makbul (sahih-hasen) bir hadisin, zahiren Kur’an’a ters düştüğünü görürsek, yapılacak ilk iş, bu ilkeyi uygulamaya koymak olmalıdır.  
Tabii burada Hz.Peygamber’in ayetlere değil de özellikle “Kur’an’a aykırı inanç, düşünce ve eylem içinde olamayacağını söylerken, Kur’an’ın rastgele seçilmediğini belirtmek gerekir. Metin tenkidinde ayetlere değil de Kur’an’a aykırılık esas alınmalıdır. Tarihi süreç içinde Kur’an’daki ayetlerin bütününden, her hangi bir konuda genel bir görüş çıkarmak yerine, tek tek ayetlere dayanmak, Şatıbî’nin şidetle eleştirdiği parçacı yaklaşıma neden olmuş, bu da yüzyıllar boyunca telafisi çok zor, hadsiz hesapsız zararlara yol açmıştır. Bundan dolayı herhangi bir konuyla doğrudan veya dolaylı olarak ilgisi bulunan ayetlerin tamamından, tümevarım yoluyla Kur’an’ın en genel hedeflerini de gözeterek çıkarılacak ilkelere dayalı bir metin tenkidi uygulamasını amaçlamak gerekir.[1]  
Tabiûn alimlerinden eş-Şa’bî, Fatıma bnt. Kays’ın “Hz.Peygamber zamanında zevcem beni boşayınca Hz.Peygamber şöyle buyurdu: “Senin için mesken ve nafaka yoktur.”[2] şeklindeki rivayetini nakledince yanında bulunan el-Esved b. Yezîd eş-Şa’bî’ye bir avuç çakıl atarak “yazıklar olsun sana, böyle bir şeyi nasıl rivayet edersin? demiştir. Hz.Ömer onun bu sözünü işittiğinde şöyle demiştir: “Biz ezberleyip ezberlemediğini veya unutup unutmadığını bilmediğimiz bir kadının sözünden ötürü, Allah’ın kitabını ve Nebisinin sünnetini terketmeyiz. Zira Allah şöyle buyrmuştur: Apaçık bir fuhuş işlemedikçe onları evlerinden çıkarmayın, kendileri de çıkmasınlar” (65, Talak, 1) buyurulmaktadır. Bundan dolayı Ömer (boşanmış) kadına mesken ve nafaka hakkını vermiştir.[3] Fatıma bnt. Kays’ın bu rivayeti, zikrettiğimiz bu ayete aykırı olduğu gibi, “Onları gücünüzün ölçüsünde oturduğunuz evin bir bölümünde oturtun” (65, Talak, 6) ayetiyle de çelişmektedir. Zira bu ayetler boşanmış kadına mesken hakkı tanımaktadır. Hz.Ömer de Fatıma’nın rivayetini Kur’an’a aykırı bulmuş ve onu kabul etmemiştir.[4]
“Ölü, ailesinin kendisine ağlaması nedeniyle azap görür,” hadisini Ömer b. el-Hattab, Abdullah b. Ömer, İmran b. Husayn, [5] el-Muğire b. Şu’be ve Ebû Musa el-Eş’arî [6] rivayet etmişlerdir. el-Buhârî’de geçen rivayete göre İbn Abbas şöyle demiştir: “Ömer vefat edince bunu Aişe’ye hatırlattığımda şöyle dedi: “Allah Ömer’e rahmet etsin, vallahi Rasulullah “Mü’min, ailesinin ağlamasıyla azap görür” demedi, fakat o, kafir, ailesinin ağlamasıyla azabı artar” şeklinde söylemiştir. Sonra Hz.Aişe şöyle dedi: “Size bu konuda Kur’an yetmiyor mu? “Hiçbir günahkar başkasının günahını yüklenmez” (53, Necm, 38). İbn Muleyke şöyle dedi: “İbn Ömer bunun üzerine bir şey söylemedi.”[7] Muslim’de geçen bir tarîka göre, hem Hz.Ömer hem de İbn Ömer’in naklettiği bu hadis Hz. Aişe’ye ulaştığında şöyle demiştir: “Muhakkak ki siz bu hadisi bana yalancılardan veya yalanlananlardan nakletmiyorsunuz, fakat kulak hata eder(انكم لتحدثوني عن غير كاذب ولا مكذبين و لكن السمع يخطئ).”[8]
            Hz.Ömer’den nakledilen bu rivayet, başka varyantlarında İbn Ömer’in naklettiği bir hadis olarak karşımıza çıkmaktadır. Hişam b. Urve’nin babasından rivayetine göre İbn Ömer’in “Ölü, ailesinin ağlaması nedeniyle azap görür,” sözü, Hz. Aişe’nin yanında zikredildiği zaman, o şöyle demiştir: Allah Ebû Abdurrahman’a rahmet etsin. Bir şey işitmiş, tam hıfzedememiştir. (semi’a şey’en felem yahfazhu) [9] Başka bir varyantta Hz. Aişe İbn Ömer hakkında şunu söylemiştir: “Allah Ebû Abdurrahman’ı affetsin, o yalan söylememiş, fakat unutmuş veya hata etmiştir.” (انه لم يكذب و لكنه نسى او اخطأ) [10] Başka bir rivayette Hz.Aişe, İbn Ömer hakkında “وهل” yani hata etti, unuttu ifadesini kullanmıştır.[11] et-Tirmizî de Hz.Aişe’nin, “Allah ona rahmet etsin, yalan söylemedi, fakat o yanıldıلم يكذب و لكنه وهم) dediğini rivayet etmektedir.[12] Rivayetlere bakılırsa hata edenin Hz.Ömer mi yoksa oğlu İbn Ömer mi olduğu ihtilaflıdır. Ancak Abdullah b. Ömer’in fakih bir sahabî olmadığı düşünülürse hata edenin Hz.Ömer değil, oğul İbn Ömer olması daha makul gelmektedir. Bu rivayetlerde Kur’an’ın ve hadislerin açık ifadelerine ters düşen bir nokta vardır. Zira bir çok hadiste Hz.Peygamber’in ölen bazı kimselere ağladığı ve ağlayan kimselere de ses çıkarmadığı ifade edilmiştir.[13] Hz.Aişe’nin Kur’an size yeter sözü onun hadise gerek görmeyip Kur’an’la yetindiği anlamına gelmez. O bununla hadis bu lafızlarla rivayet eden ravinin hata ettiğine yeterli bir delil olduğunu söylemiştir. Zira ravi hadisi Hz.Peygamber’in söylediği şekliyle tam olarak rivayet etmemiş, aksine onu Allah’ın kitabıyla çelişkiye düşecek şekilde sadece bir bölümüyle rivayet etmiştir.[14]
Ebû Hureyre’nin, Hz.Peygamber’in “Allah yolunda kırbaç yemeyi, zina yolu ile edindiğim çocuğu âzat etmeye tercih ederim.” “Zina yoluyla olan çocuk, üç şerliden biridir.” buyurduğu Hz.Aişe’ye ulaştığında o şöyle demiştir: “Allah Ebû Hureyre’yi affetsin! Doğru işitmemiş, iyi ifade edememiştir. (رحمه الله ابا هريرة أساء سمعا فأساء اجابة) Hadisin aslı böyle değildir. Münafıklardan biri Rasulullah’ı rahatsız ediyordu. Hz.Peygamber: “Falanın şerrinden beni kim korur?” diye sordu. Bunun üzerine ey Allah’ın Rasulü, o bir zina çocuğudur,” denildi. Hz.Peygamber de “Onun için üç şerliden biri denilir. Oysa Yüce Allah: “Hiçbir suçlu başkasının suçunu yüklenmez,” buyurmuştur.[15] Ebû Hureyre’nin rivayet ettiği bu hadis İbn Abbas’a ulaşınca, bunu kabul etmedi ve “Eğer zina çocuğu üç şerliden biri olsaydı, onu dünyaya getirinceye kadar annesinin recmedilmesi ertelenmezdi,” demiştir. Burada Hz.Aişe’nin Ebû Hureyre için “İyi duymamış ve iyi ifade edememiştir,” ifadesi, hadisin sebeb-i vurudundan gafil olduğu, onu başka bir vecih üzere işittiği ve işittiği gibi de onu eda ettiği anlamına gelmektedir. Ama o, Ebû Hureyre’nin rivayetini Allah’ın “Hiçbir suçlu başkasının suçunu yüklenmez,” ayetine muhalefetiyle de eleştirmektedir.[16] Zira Ebû Hureyre’nin bu hadisi eksik rivayet etmesi, onu Kur’an’a aykırı hale getirmiştir. Kur’an’a aykırı olan bir rivayet ise kabul olunmaz. Nitekim Ebû Hureyre’nin hadisini değerlendiren Hz.Aişe de bunu yapmış, Kur’an’a aykırı olması sebebiyle onun hatalı olduğunu ifade etmiştir.[17]
İkrime, İbn Abbas’ın “Rasulullah’ın Allah’ı gördüğünü”[18] Ata b. Ebî Rebah ise yine İbn Abbas’ın “Hz.Peygamber’in Allah’ı iki kere gördüğünü” rivayet ederken Hz.Aişe :” Kim Hz.Peygamber’in Allah’ı gördüğünü iddia ederse, Allah’a büyük iftira etmiş olur. Hz.Peygamber Cebraili kendi suretinde ufku kaplamış olarak gördü.” Demiştir. Mesruk ise bir rivayetinde Ben Aişe’ye: Ey anneciğim! Muhammed Rabbini gördü mü? diye sordum. O şöyle demiştir: “Bu söylediğin sözden ötürü tüylerim diken diken oldu, ürperdim. Sana her kim şu üç şeyi söylerse yalan söylemiştir. Sana birisi “Muhammed Rabbini gördü” diye haber verirse, muhakkak yalan söylemiştir. (fe kad kezebe). Sonra Aişe şu ayetleri okudu: “Gözler onu görmez fakat O, gözleri görür. O, latif ve her şeyden haberdardır.” (6, En’am, 103). “Allah bir insanla ancak vahiy yolula veya perde arkasından konuşur, bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder. O yücedir , hakîmdir. (42, Şura 51) Fakat o: “Rasulullah, Cebrail’i iki kere kendi sûretinde gördü,” demiştir. Muslim’de geçen rivayette ise “Kim Muhammed’in Rabbini gördüğünü iddia ederse, Allah’a büyük bir iftira etmiş olur,” şeklindedir.[19]
Görüldüğü gibi Hz. Aişe Hz.Peygamber’i Allah’ı gördüğüne dair işittiği rivayetleri bazı ayetlere dayanarak reddetmiştir. Bu tavır, onun ister ravinin hatası veya yanlış anlaması, isterse karıştırmak suretiyle metni tam olarak aktarmaması sebebiyle olsun, Kur’an’a aykırı olmayı hadisin sahih olmamasına bir delil saydığını göstermektedir.
İslâm dini akıllı bireylere hitap eden ve sadece onları sorumlu tutan bir dindir. Kur’an’da Allah insanları sık sık düşünmeye, akıllarıyla değerlendirmeye ve karşılaştırmaya teşvik etmektedir. Onun elçisi Hz.Muhammed kendi toplumu içinde ahlâkıyla olduğu kadar, aklı ve zekasıyla da seçkin bir yere sahipti. O yüzden onun sözleri ve davranışları ortalama akıl ve zeka sahibi bir insanın söz ve davranışlarının gerisinde bulunamaz.[20]
Din hem akılla, hem de nakille olur. Ancak aklı her hakikatin mutlak ölçüsü olarak gören rasyonalizm ile bizim kastettiğimiz aklın bir ilgisi yoktur. Bizim akılcılıkta kastımız İslâmî/Kur’ânî bir akılcılık olup vahiy ile aklın bir arada çalışmasının mümkün ve istenen bir şey olduğu varsayımından kaynaklanır. Kısaca vahyin taşıyıcısı Hz.Peygamber’in akl-ı selime ters ve saçma olan hususlardan tenzih edilmesi demek olan bu kritere göre bir hadis, akl-ı selime, mantığa ters ve saçma ise onun, Hz.Peygamber’e ait olamayacağı sonucuna varmak icap eder. Hemen burada ifade edelim ki burada kastedilen “uçuk akıl” değil, selim akıldır. Mantıktan kastedilen de apriori gerçeklerdir (bediyyatu’l-akl). Saçmalığa gelince, akl-ı selim sahiplerinin, saçmalığını kolayca görebilecekleri hususlar kastedilmektedir.[21]
İbn Abbas, Ebû Hureyre’nin Hz.Peygamber’den “Ateşe dokunan şeyden dolayı abdest alınız” [22] hadisini rivayet ettiğini işittiği zaman: “Sıcak su ile abdest alsaydın, ondan dolayı da abdest alman gerekecek miydi?” diyerek onun haberini akılla (kıyasla) reddetmiştir.[23] İbn Abbas’ın bunu, yanında bulunan başka bir nassa dayanarak reddettiği söylenemez. Çünkü onun yanında bir nas olsaydı, kıyası kullanmaz ve iki delilin en kuvvetlisine muarız olmazdı veya iki hadis arasında nasih ve mensuhu tespit etmek için hadislerin tarihini araştırırdı. Yine İbn Abbas, Ebû Hureyre’nin “Ölüyü yıkayan boy abdesti, cenazeyi taşıyan ise abdest alsın,”[24] hadisini işittiği zaman, “Kuru ağacı taşımaktan dolayı ne diye bize abdest gereksin,” demiştir. Ebû Hureyre’nin bu rivayetine itiraz eden Hz.Aişe ise, “Müslümanların ölüsü pis midir, bir odunu taşıyan kimseye ne lazım gelir?”[25] demiştir.[26]
Ebu Hureyre Hz.Peygamber’den şunu rivayet etmiştir: Sizden biri uykusundan uyandığı zaman üç defa yıkamadan elini kaba daldırmasın.”[27] Bu hadis, Hz.Aişe’ye ulaştığı zaman: “Ey Ebu Hureyre! Mihrası (oyulup içine su konulan taş) ne yapacağız? diye sormuştur.[28] Başka bir rivayette ise Hz.Aişe, Ebu Hureyre’nin “mihras hadis”inde yanıldığını söylediği nakledilmektedir.[29]
Ateşte pişen ve ısınan şeylerin yenip içilmesinden dolayı abdestin lazım gelmesi meselesinde cumhur böyle bir durumda abdestin gerekmeyeceği kanaatindedir.[30] Aynı şekilde cenazeyi taşımaktan dolayı da ulemanın çoğunluğu abdest gerekmediği görüşündedir.[31] Uykudan kalkan kişinin kaba daldırmadan önce ellerini yıkamasına gelince, eğer elleri pis değilse, çoğunluk bunu vacip değil, mustehap olarak anlamışlardır. Eğer elleri pis ise, onu yıkamak uykudan dolayı değil, bu pislikten dolayıdır.[32]
Kader konusunda akıl ve mantık açısından tartışmaya açık hadislerden birisi de şudur: “Abdullah b. Amr b. el-As anlatıyor: Bir gün Rasulullah elinde iki kitapla çıkageldi ve “Bu kitap nedir biliyor musunuz?” dedi. Biz: “Hayır ey Allah’ı Rasulü! Ama sen söylersen o başka!” dedik. Sağ elindeki için dedi ki: “Bu alemlerin rabbından gelen bir kitaptır ve içinde cennetliklerin ve onların babalarının, kabilelerinin isimleri vardır. Bu isimler, en sonuncusuna varıncaya kadar belirlenmiştir. Sayıları kesinlikle ne artar ne eksilir.” Sonra sol elindeki için de şöyle dedi: “Bu da alemlerin Rabbinden gelen bir kitaptır ve içinde cehennemliklerin isimleriyle, onların babalarının ve kabilelerinin isimleri vardır. Bu isimler, en sonuncusuna varıncaya kadar belirlenmiştir. Sayıları ne artar ne eksilir.” Ashab: “Her şeyden önce bu şekilde belirlenmişse, o zaman niye amel ediyoruz ey Allah’ın Rasulü?” dediler. Bunun üzerine Rasulullah: “İstikameti muhafaza ediniz, (mükemmele) yaklaşmaya çalışınız, çünkü cennetlik olan, hangi (kötü) ameli işlerse işlesin, sonunda onun cennetliklerin amelini işlemesi takdir olunur; cehennemlik olan da hangi (iyi) ameli işlerse işlesin, sonunda onun cehennemliklerin amelini işlemesi takdir olunur” dedi. Sonra Rasulullah iki eliyle işaret edip bu iki kitabı bıraktı ve “Rabbiniz kulları hakkında (kesin hükmü verip) işi bitirmiştir. Bir kısmı cennete, bir kısmı da cehenneme” dedi.[33]
Hz.Adem’den kıyamete kadar gelip geçecek olan insanların tek tek isimlerinin, üstelik babalarının ve kabilelerinin isimleriyle birlikte, elde taşınabilecek iki kitaba sığmayacağı düşünüldüğünde; ayrıca bugün bile çoğumuzun baba isimleri bilinse de kabile isimlerinden söz edilemeyeceği, bu durumun hadis uyduranın Arap kültürünü ele verdiği ve bütün insanlar için geçerli olamayacağı göz önüne alındığında, mantıken Hz.Peygamber’in bu kadar akıl ve mantık dışı bir sözü söyleyemeyeceği rahatlıkla söylenebilir. Kaldı ki Tebuk gazvesine katılmayanlardan Ka’b b. Malik, başından geçen bir olayla ilgili rivayette, Müslümanların çokluğundan bahisle “Müslümanlar bir kitaba sığmayacak kadar çoktu,” derken,[34] Hz.Peygamber döneminde, sadece Müslümanların sayısının bile – bırakın kıyamete kadar gelip geçecek cennetlikleri ve cehenemlikleri- bir iki deftere sığmayacak kadar çok olduğunu açıkça ifade etmiş bulunmaktadır.[35]
Akıl ve mantık yönünden eleştirilen hadislerden bir diğeri de “Kim Cuma günü ölürse, ona şehit sevabı verilir ve kabir azabından korunur.”[36] Kur’an’ın bir çok ilkesine aykırı olan bu söz, akıl ve mantık açısından da eleştiriye açıktır. Çünkü insanın öleceğini Allah’tan başka kimse bilemez. Eğer böyle bir şey doğru olsa, Cuma gününden başka bir günde ölenlere Allah adaletli davranmamış olur. Üstelik ölüm günlerini belirlemek insanın elinde değildir. Cuma gününde iyi kötü her insan ölebilir. Sırf cuma gününde öldü diye hayatında pek çok kötülük yapmış bir insana şehit sevabı verilmesi makul değildir. İşte bir çok insanın makul görmeyeceği böyle bir sözü, Hz.Peygamber’in söylemiş olması düşünülemez.[37] 
Hadislerin saçmalığı ve alay konusu olacak türden olması konusuna İbnu’l-Kayyım el-Cevzî’nin verdiği şu örnekleri zikredebiliriz: “Pirinç insan olsaydı, halim selim bir adam olurdu; onu yiyen mutlaka doyar.” “Ceviz şifadır, peynir hastalıktır, mideye inince şifa olur.” Menekşe yağının diğer yağlara üstünlüğü, Ehl-i Beyt’in diğer insanlara üstünlüğü gibidir.” “Hiçbir nar yoktur ki cennet narlarından birisiyle döllenmiş olmasın.” “Size tuz tavsiye ederim, çünkü o yetmiş derde devadır.” Horoza sövmeyin ; çünkü o benim dostumdur. Ademoğlu onun sesinin kıymetini bilseydi, tüyünü ve etini altınla tartarak satın alırdı.”[38]
Sünnetin birinci dereceden güvenilir kaynağı Kur’an, ikinci dereceden güvenilir kaynağı ise mütevatir, ma’ruf ve meşhur denilen sünnetlerdir. Bu tür sünnetler, Hz.Peygamber döneminden günümüze kadar yüzyıllarca nesilden nesile kitlesel rivayetler yoluyla nakledilen ve Müslüman bireyin ve toplumun kimliğini oluşturan uygulamalar olup, bunların güvenilirliği konusunda bugüne kadar Müslümanlar arasında herhangi bir ihtilaf söz konusu olmamıştır.[39] Nitekim Hanefî imamlardan Ebû Yusuf (182/798): “Rivayetler çoğalınca bunlar içinde (herkesçe bilinmeyip) maruf olmayan fukaha tarafından bilinmeyen Kur’an’a ve sünnete uymayan rivayetler ortaya çıktı. (Onun için sen) şâz (yaygın olarak bilinmeyen) hadislerden sakın. Hadisçiler ve fukaha tarafından bilinen rivayetler ile Kur’an ve sünnete uygun olanları al.”[40] Mutezilî alim el-Hayyat (300/912) da benzer şeyleri söylemektedir: Rasulullah’ın cemaatten cemaate nakledilen maruf sünnetleri vardır. Bunlara muhalif olan haberleri rivayet etmede tek kalan ravilerin yalancı oldukları anlaşılır, sözleri reddedilir. Meşhur ve maruf sünnetler onlara karıştırılmak istenen batıl sözleri açığa çıkarır.”[41] İbn Kayyım el-Cevziyye (751/1350) ise, sarih sünnetin getirdiklerine açıkça ters düşen hadislerin uydurma olduğunu belirttikten sonra, adı Ahmed ve Muhammed olanları öven; bu isimleri alan hiç kimsenin cehenneme girmeyeceğini ileri süren hadislerin uydurma olduğunu ifade etmekte ve bu konuda şu esası getirmektedir: “Cehennemden kurtulmanın yolu, isimler veya lakablar değil, iman ve salih ameldir.”[42]   
“Namazı kadın, eşek ve köpek bozar” hadisi Ebû Hureyre ve Ebû Zer el-Gıfarî tarafından rivayet edilmiştir.[43] Bu rivayet Hz. Aişe’ye sorulduğu zaman reddetmiş ve bir tarikte şöyle demiştir: Bizi eşeklere ve köpeklere benzettiniz! Allah’a yemin ederim ki, Rasulullah ile kıble arasında uzanmış yatıyorken onun namaz kıldığını gördüm. Bazen ihtiyacım oluyor, Rasulullah’a eziyet vermemek için oturmak istemiyordum ve ayakları arasından sıyrılıp çıkıyordum.”[44] Bir başka rivayette Aişe “Kadın kötü bir hayvan mıdır? Ben Hz.Peygamber namaz kılarken onun önünde cenazenin musallaya konuluşu gibi uzanırdım,”[45] demiştir. Diğer bir rivayette “Bizi eşekler ve köpeklerle denk tutmanız ne kadar da kötüdür,”[46] şeklinde geçmektedir. İbn Hacer’e göre Hz.Aişe, sadece önden geçişlerde değil, bütün hallerde kadının namazı bozacağı düşüncesini reddetmiştir.[47] Dolayısıyla Ebû Hureyre ve Ebû Zer el-Gıfarî’nin bu rivayette hata ettikleri ortaya çıkmaktadır.
            Hz. Aişe’nin bu rivayete iki itiraz noktası vardır. Birincisi, namazın bozulması noktasında kadının, köpek ve eşekle bir tutulmasıdır. İkincisi, kendisinin, Hz.Peygamber’le kıble arasında uzanmış bir vaziyette durduğu halde Peygamberin namaz kılmasıdır. Hz.Aişe’nin bu hadisi rivayet eden kimseyi amansızca tenkit etmesinin ve reddetmesinin nedeni budur. Hz.Aişe onun önünde uzanmış bir vaziyette iken Hz.Peygamber namaz kılıyorsa, kadının namazı bozduğunu nasıl söyleriz? Hz.Peygamber’in namazı batıl mıdır? Yoksa hadisin başka bir manası mı vardır ? [48] Hz.Aişe, Rasullulah’tan bizzat müşahede ettiği bir hususu açıklaması nedeniyle düşüncesinin öncelikle kabul edilmesi gerekir. Namaz kılarken Hz.Aişe önünde olduğu halde Rasulullah nasıl namazını bozmuyordu? Ayrıca Hz.Aişe’nin hoş karşılamadığı husus, kadının, köpek ve eşeğin seviyesine indirilmesi de, tenkit edenin hadisin sıhhatiyle ilgili şüphesini artırmaktadır. el-Buhârî bu sebeple konuyla ilgili bab başlığını “Namaz kılan kişinin önünden geçen herhangi bir şey, namazını bozmaz diyen kimse”[49] şeklinde koymuştur.[50]
Abdullah b. Amr, kadınlara yıkanırken saç örgülerini çözmelerini emrederdi. Hz. Aişe bunu işitince şöyle dedi: “Doğrusu İbn Amr’a şaşarım; kadınlara yıkanacakları zaman örgülerini çözmeyi emrediyormuş! İyi ki başlarını tıraş etmelerini emretmiyormuş! Ben Rasulullah ile bir kaptan yıkanırdım; başıma üç defa su dökmekten öte başka bir şey yapmazdım.”[51] Bu konuda Ummu Seleme’den de şu rivayet nakledilmektedir: “Hz.Peygamber’e Ey Allah’ın Rasulü ben saçını sıkıca ören biriyim; guslettiğimde çözeyim mi? diye sordum. O, “Hayır başına üç avuç su dökmen yeter; sonra üzerine suyu dökünür ve temizlenirsin” buyurdu.”[52]Gerek Hz.Aişe’nin gerekse Ummu Seleme’nin bu açıklamaları, Abdullah b. Amr’ın maruf ve meşhur olan sünnete aykırı bir fetva verdiğini göstermiştir.
Abdulmelik babası Ebû Bekir b. Abdurrahman’dan naklettiğine göre Ebû Hureyre bir va’zı sırasında “Cünüp olarak sabahlayan oruç tutmasın,” şeklinde bir rivayet nakleder. Ebû Bekir bunu babası Abdurrrahman b. el-Haris’e aktarır. Babası bunu kabul etmez ve konuyu araştırmak üzere Hz.Aişe ve Ümmü Seleme’ye giderler ve babası durumu onlara sorar. Onlar: “Hz.Peygamber ihtilamdan dolayı değil de cinsî münasebet sebebiyle cünüp olarak sabahlardı ve orucunu tutardı,” derler.[53] Daha sonra Ebû Bekir babasıyla birlikte Mervan’ın huzuruna çıkar. Babası olayı anlatır. Mervan, “Ebû Hureyre’ye git ve ona mutlaka bunu söyle,” der. Ebû Hureyre’ye giderler. Abdurrahman durumu anlatınca o, “Gerçekten o ikisi böyle söyledi mi? diye sorar. “Evet” denilince “Onlar bunu benden daha iyi bilirler, ben onu Peygamber’den değil, Fadl b. Abbas’tan duymuştum,” der ve Ebû Hureyre, bu konuda söylemiş olduğu rivayetten döner. [54] Burada Ebu Hureyre’nin Hz.Peygamber’den naklettiğini iddia ettiği rivayetin Peygamberin maruf sünnetine muhalif olması hasebiyle kabule şayan bulunmamıştır.
“Çocuğunuz yedi yaşına geldiği zaman ona namazı öğretiniz, on yaşına geldiğinde namaz kılmazsa dövünüz.”[55] Bu hadisin isnadının problemli, yani zayıf olması bir yana, metni de Hz.Peygamber’in sünnetine aykırı görünmektedir. Zira Hz.Peygamber çocukları namaza alıştırmak için dövdüğüne dair veri olmaması bir yana, bazı dini emirleri yerine getirmeyen veya getiremeyen yetişkin kişileri bile azarlamamış ve tehdit etmemiştir. Çocukluğundan beri Hz.Peygamber’in hizmetinde bulunan Enes b. Malik, her zaman onun istediği gibi davranmadığı halde kendisinden bir kez bile azar işitmediğini söylemiştir.[56]  
Her dinin tarihinde olduğu gibi, İslâm tarihinde de yüzyıllar geçtikçe gerçek tarihi bilgilerle toplumsal muhayyilenin ürettiği sahteleri (uydurmalar, mitoljiler, menkıbeler, halk hikayeleri) birbirine karışmış ve bunların birbirinden ayrılması son derece güçleşmiştir. İşte Hz.Peygamber’in hadisleri ve onunla ilgili siyer/mağazî-şemail rivayetleri de bu olumsuz gelişmelerden nasibini aldı. Hz.Peygamber’in ailesinin, arkadaşlarının ve muarızlarının gerçek birer tarihi şahsiyet ve yaşadıkları hayatın da gerçek bir tarih olduğu sıkça unutularak, bu gerçeklikle uyuşması mümkün olmayan pek çok rivayet ona izafe edilmiş ve bu sahte bilgiler en muteber kaynaklara kadar nüfuz etme imkanı bulabilmiştir.[57] Bu yüzden Hz.Peygamber’e dayandırılan rivayetler, tarihî verilerle karşılaştırıldığı zaman bir uyumsuzluk söz konusu ise bu durumda o haberlerin sahih olmadığı anlaşılır.
Tarihî verilerle hadis kontrolü iki şekilde yapılır: İlkinde nakledilen hadis, Hz.Peygamber dönemindeki tarihi olaylarla karşılaştırıldığında bir takım yanlışlıkar ve uyumsuzluklar söz konusudur. Bu durumda kesin tarihî verilere ters düşen rivayet reddedidilir. İkincisinde rivayet Hz.Peygamber’in şahit olmadığı genellikle kendi dönemi sonrası olayları tasvir etmektedir. Bu durumda da prensip olarak gayb (beş duyu ile kavranabilenlerin dışında kalan alan) ı bilmeyen Hz.Peygamber’in o kunuda bir şey söylemesi makul görülmez.[58] Birinci tür haberlere  aşağıdaki örnekleri verebiriz:
Abdullah İbn Abbas şöyle rivayet etmiştir: Müslümanlar Ebu Süfyan’a ilgi göstermiyor ve onunla bir arada oturmuyorlardı. Bunun üzerine Ebu Sufyan Hz.Peygamber’e gelerek “Ey Allah’ın elçisi! Sizden şu üç şeyi talep ediyorum” dedi. Hz.Peygamber: “Pekalâ” buyurdu. Bunun üzerine Ebu Sufyan: “Kızım Ümmü Habibe Arab’ın en güzel kızıdır.Onu sana vereyim” dedi. Hz.Peygamber “Pekiyi” buyurdu.[59] Bu hadis tarihi verilere aykırığı söz konusudur. Bilindiği gibi Ebu Sufyan Mekke’nin fethi esnasında Müslüman olmuştur. Hz.Peygamber’in Ümmü Habibe ile evlenmesi ise bundan çok daha önceye ait olup Habeşistan’a hicet günlerine tesadüf etmiş ve onun mehrini de Necaşî belirlemiştir. Bunun için İbn Hazm bu rivayetin uydurma olduğunda hiçbir kuşkusunun olmadığı söylemiştir.[60]
Hz.Peygamber’in Kabe’den alınarak Miraç için gece yolcuğuna çıkarıldığı (İsra) olayını anlatan rivayette yer alan “Peygambere vahiy gelmezden önce bir gece kendileri Mescid-i Haram’da uyurken ona üç kişi geldi…”[61] tarzındaki ifade tarihi gereçklere aykırı görünmektedir. Bu rivayet, bütün müslümanlarca bilinen ve hiç kimsenin şüphe etmediği, “İsra’nın Hz.Muhammed’in nübüvvetinden sonra olduğu” tarzındaki bilgiye ters düşmektedir.[62]
İfk hadisesinde yer alan Hz.Peygamber’in “Ailem konusunda beni rahatsız eden bir kişi hakkında bana kim yardım eder? buyurduğu, Abduleşhel oğullarına yakın olan Sa’d b. Muaz’ın ayağa kalkarak: “Ey Allah’ın elçisi! Ona karşı ben sana yardım edeceğim,” dediği rivayet edilmiştir.[63] İbn Kayyım, Sa’d b. Muaz’ın hicretin 5. yılında Hz.Peygamber’in Benî Kureyza hakkındaki kararını müteakip öldüğü konusunda alimlerin ortak görüşünün bulunduğunu ifade etmektedir. İfk olayı ise çoğunluk alimlerin görüşüne göre hicretin 6. yılında meydana gelmiş olan Benî Mustalik gazvesinde vuku bulmuştur. İbn Hazm’a göre Sa’d b. Muaz’ın zikredilmesi bir yanılgıdır. Zira Sa’d’ın Benî Kureyza’nın fethi sonrası vefat ettiği kesindir. Bu ise hicretin 4. senesinin zilkade ayının sonuna rastlamaktadır. Benî Mustalik gazvesi ise hicretin 6. yılının Şaban ayında Sa’d’ın ölümünden bir yıl sekiz ay sonra vaki olmuştur.[64]
Enes b. Malik’ten şöyle rivayet olunmuştur: Hz.Peygamber Tebük savaşından döndüğünde onu Sa’d b. Muaz el-Ensârî karşıladı. Hz.Peygamber onunla musafaha ettikten sonra ona: “Ellerinin kazandığı bu şey nedir? diye sordu. “Ey Allah’ın Rasulü! Taşı küreğe vururum ve onunla kazandığımı aileme harcıyorum,” diye cevap verdi. Enes’e göre Hz.Peygamber onun elini öperek: “Bu, cehennemin ebediyen dokunamayacağı bir eldir,” buyurdu.[65] İbnu’l-Cevzî bu hadisin uydurma olduğunu açıklamak için tarihi bilgileri kullanarak şöyle demiştir: Bu, uydurma bir hadis olup onu uyduran da tarih bilgisi yönünden son derece cahil birisidir. Zira Sa’d b. Muaz Tebuk savaşında hayatta değildi. Çünkü o, Hendek savaşında kendisine bir ok isabet etmesi dolayısıyla Beni Kureyza savaşından sonra ölmüştü. Benî Kureyza savaşı hicretin 5. senesinde, Tebuk savaşı ise hicretin 9. senesinde olmuştu.[66]
İkinci tür haberler, Hz.Peygamber’in şahit olmadığı, fakat çeşitli sebeplerle ona isnad edilen ve genellikle peygamber dönemi sonrası gelişmeleri anlatan rivayetlerdir. Hz.Peygamber’in de diğer insanlar gibi meydana gelme ihtimali olan bazı olaylar hakkında tahminde ve uyarılarda bulunması doğaldır. Ancak kendi sağlığında hiçbir belirtisi olmayan, tamamen sonraki dönmelerin özel şartlarında gelişen olaylardan bahsetmesi makul değildir. Çünkü Kur’an Hz.Peygamber’in gaybı bilmesinin mümkün omayacağını bir çok ayette açıkça bildirmiştir.[67] Cenab-ı Hak istediği gaybî haberleri yalnız dilediği peygamberlere vahyetmiş,[68] bu bağlamda Hz.Peygamber’e de gayb aleminin kapısını Kur’an vahyi ile aralamıştır.[69] Şimdi ikinci türden olan bazı haberlerden örnekler verelim:
Ebu Davud’da geçen Basra şehri hakkındaki bir hadisi örnek olarak verebiliriz: Hz.Peygamber’in şöyle dediği nakledilmiştir: “Ümmetimden bazıları Dicle nehri kıysında Basra adını verdikleri bir yere yerleşeceklerdir. Bu nehrin üzerinde bir köprü bulunur ve ahalisi de çoğalır ve muhacirlerin şehirlerinden biri haline gelir… Ey Enes, insanlar çeşitli şehirler inşa ederler. Bunlardan Basra denilen bir şehir vardır ki şayet oraya yolun düşerse veya oraya girersen, sakın ıssız arazilerine, nehir sahiline, çarşısına ve emirlerinin kapısına uğrama, kenar semtlerini tercih et…[70] Bu hadis bir defa tarihi verilere ters düşmektedir. Zira Muhammed b. Abdulmun’im el-Himyerî (900/1494): “Basra Irak’tadır. İslâm’ın kubbesi ve müslümanların yerleşim bölgesi, Hz.Ömer’in Halifeliği zamanında h. 14 yılında inşa edilmiştir,” demektedir.[71] Dolayısıyla bu haberin Hz.Peygamber’e isnadının sahih olmadığı ortaya çıkmaktadır.
Hz.Peygamber’in haber verdiği iddia edilen gelecekle ilgili haberler arasında Hz.Ali ile Hz.Aişe arasında h. 35 yılında meydana gelen Cemel olayı, Hz.Muaviye ile Hz.Ali arasında h. 36 yılında gerçekleşen Sıffîn Savaşı, Hz.Ali ve Hz.Hüseyin’in şehit edilmeleri, h. 63 yılında gerçekleşen Harre vak’ası, halifeliğin 30 yıl sürüp sonra saltanatın başlayacağı, Kaderiye, Murcie gibi fırkaların çıkacağı, Arapların Türklerle savaşmadan kıyametin kopmayacağı, İstanbul ve Roma’nın fethedileceği, hilafet hakkının Hz.Ali ve onun neslinden gelenlerin hakkı olduğuna dair yüzlerce rivayet vardır. İfade ettiğimiz bu örnekler, özellikle h. I.asırdaki siyasal ve sosyal pek çok gelişmeyi haber vermekte, bu gelişmelerde rol alan ya da taraf olanları belirtmektedir. Halbuki Hz.Peygamber’in elçilik görevi ölümüyle birlikte son bulmuştur. Kendisinden sonra ortaya çıkacak gelişmeleri de bilmesi doğal olarak mümkün değildir. Bu nedenle hadis kitaplarında Hz.Peygamber dönemi sonrasını yansıtan alayları açıkça tasvir eden, kahramanlarını bildiren, bazen tarih de veren bu tür rivayetlerin tamamı Hz.Peygamber adına ya kasten uydurulmuş ya da sahabe ve tabiûn neslinin gözlemleri, yorumları veya değerlendirmeleri olduğu halde yanlışlıkla Hz.Peygamber’e isnad edilmiştir.[72]
            Bir hadisin metni ifade açısından tutarsızlıklar ve dengesizlikler içerisiyorsa onun Hz.Peygamber’e ait olmadığı anlaşılır. Hz.Peygamber az, öz ve fasih konuşması ve lüzumsuz beyanlarda bulunmamasıyla tanınmaktadır. Gelişi güzel ve anlamsız sözler söylememesi, üstlendiği ilahi görevin gereğidir. Eğer bir hadis ifade açısından bozuk, anlamı bakımından tuhafsa o rivayet ya uydurmadır ya da raviler elinde bozularak o hale gelmiştir.[73]
            Hadislerdeki ifade ve anlam bozukluğuna dair örnekler verecek olursak “Allah’ın Umara adında taştan bir meleği vardır. Her gün taştan bir merkep üzerinde iner, fiyatları ayarlar ve göğe çıkar,”[74] rivayetini verebiliriz. İbnu’l-Cevzî, bu hadisin dört tarikını ayrı ayrı zikretmekte ve bunları rivayet eden ravilerin hepsinin kezzab (yalancı) olduğunu belirterek söz konusu tariklerin uydurma olduğunu belirtmektedir.[75] Bu rivayet metin açısından bakıldığında eleştiriye açık olduğu görülecektir. Zira Allah’ın fiyatları ayarlaması için bir meleğe ihtiyacı olmadığı gibi, fiyatların düşüp yükselmesi doğal sebeplerin yanı sıra daha çok insan unsuruna dayanır. Rivayet muhtemelen fahiş fiyatla mal satan stokçuların, yaptıkları işe mazeret bulmak amacıyla uydurdukları bir söze benzemektedir.[76]
            Hadisin alayvari ve komik ifadeler içeren bir üslupta olması da uydurma olduğuna delalet etmektedir. Örneğin bu konuda şu mevzu hadisleri örnekler olarak verebiliriz: “Pirinç adam olsaydı, halim selim biri olurdu. Aç bir insan onu yerse mutlaka doyurur.” , “ İnsanlar hurma yemeğindeki (şifayı) bilmş olsalardı, onu altın karşılığında satın alırlardı.”, sofralarınızda bakla bulundurun, çünkü o, şeytanı uzaklaştırır.”, “Menekşe yağının diğer yağlara göre üstünlüğü, Ehl-i Beytin diğer yaratılmışlara üstünlüğü gibidir.”, “Horoza sövmeyiniz, çünkü o benim arkadaşımdır. Ademoğlu onun sesindeki güzelliği bilseydi, tüyünü ve etini altınla satın alırdı.”[77]
            Hadisin tabiplerin reçetesine ve üfrükçülerin muska ve yazılarına benzemesi de onun uydurma olduğunun bir kanıtı kabul edilmiştir. “Herise yemeği (keşkek) beli güçlendirir.”, “Balık yemek vücudu zayıflatır”, Hz.Peygamber’e çocuğunun azlığından şikayet eden kimseye O, yumurta ve soğan yemesini emretmiştir.”, Hz.Peygamber şöyle buyurdu: “Cibrîl bana cennetten herise yemeği (keşkek) getirdi ve ben de yedim. Bana kırk erkek gücü verildi.”, “Hurmayı aç karnına yeyiniz. Çünkü o, (karındaki) kurtları öldürür.”, “Hanımlarınıza nifaslarında hurma yediriniz.”[78]
            Hadisin lafızlarının zayıf, ahenkten yoksun ve çirkin olması, kulağa iğrenç gelmesi, insan tabiatının onu kabul etmemesi, zeki birinin onun manasını çirkin görmesi de uydurma olduğuna delalet eden unsurlardandır. “Dört şey vardır ki her biri diğerine doymaz :Kadın erkeğe, yeryüzü yağmura, göz bakmaya, kulak ise habere (doymaz).[79]
            Kalabalık bir grup huzurunda cereyan eden bir olayın veya söylenen bir sözün, sadece bir iki kişi tarafından rivayet edilmesi de onun uydurma olma ihtimalini gündem getirir.[80] Buna örnek olarak meşhur Ğadir-i Hum hadisi verilebilir. Veda haccından dönüşte Hz.Peygamber’in Mekke-Medine arasında ve Cuhfe’den iki üç mil uzaklıktakiĞadir-i Hum mevkine gelince Hz.Ali’nin elinden tutup “Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır,” dediği et-Tirmizî, İbn Mace, el-Hakim en-Nîsaburî ve Ahmed b. Hanbel tarafından rivayet edilmektedir.[81] İbn Teymiyye (728/1327) bu hadisi eleştirmiş ve şöyle demiştir: Bu uydurmanın mütevatir olması bir yana, sahih isnadı bile yoktur. Bu mesele hakkında sakîfe gününde, Hz.Ömer’in vefatında, altı kişilik şura heyeti teşekkül ettirildiği zaman ve nihayet Hz.Osman’ın öldürülmesini müteakip Hz.Ali’nin halifelğinin tartışılıldığı günlerde, sahabeden, hiç değilse bir kişinin ortaya çıkıp bu durumu açıklaması beklenmez miydi? Görüldüğü gibi bu Rafizîlerin uydurmalarından biridir.”[82]
            İbn Kayyım el-Cevziyye (751/1350) de aynı olayı benzer gerekçelerle reddetmiştir: (Bir hadisin uydurma oluşunun alametlerinden biri de) Hz.Peygamber’in bütün sahabenin huzurunda açıkça bir iş yapması, sonra sahabe bu durumu gizlemekte anlaşıp onu nakletmediklerinin iddia edilmesidir. Nitekim fırkaların en yalancısı (Şia-Rafizîler) Rasulullah’ın veda haccından dönerken bütün sahabenin huzurunda Hz.Ali’nin elini tutup onu herkesin göreceği şekilde “Bu benim vasim, kardeşim, benden sonra benim halifemdir. Onun sözünü dinleyin ve ona itaat edin,” dediğini, sonra herkesin bu durumu gizleyip bunu değiştirmek ve karşı çıkmak konusunda anlaştıklarını iddia etmek de böyledir.”[83]
Bu konuda diğer bir örnek de Reddu şems hadisidir. Reddu şems (Güneşin geri döndürülmesi) hadisi, Esma binti Umeys ve Ebu Hureyre tarafından iki ayrı tarikten rivayet edilmiştir. Bu rivayet şöyledir: Hz.Peygamber’in başı Hz.Ali’nin kucağında iken kendisine (Allah tarafından) vahiy geldi. Hz.Ali ikindi namazını Güneş batıncaya kadar kılmamıştı. Hz.Peygamber: Ey Ali, ikindi namazını kıldın mı? diye sordu. O, ‘hayır’ dedi. Bunun üzerine Hz.Peygamber: Allahım, O şüphesiz senin ve Rasulünün taatindeydi. Güneşi onun için geri çevir.” buyurdu. Esma dedi ki: Onu gördüm. Battıktan sonra tekrar doğdu. Dağların ve yerin üzerinde durdu. Bu, Hayber’in Sahbâ semtinde idi.[84]
İbnu’l-Cevzî (597/1200), bu hadisin veya olayın şeksiz şüphesiz uydurma olduğunu, ravilerinde de ıztırab bulunduğunu ifade etmektedir. [85] el-Kastallânî (923/1517)’nin nakline göre İbn Teymiyye (728/1327), Rafizîlere karşı bu rivayetin reddi sadedinde rivayetin tariklerini ve ricalini zikretmiş ve bu rivayetin uydurma olduğunu ifade etmiştir. O, Hadis ilimlerinde kıymeti yüce ve hatırı sayılır bir kimse olarak Kadı Iyaz’ın nasıl olup da bu rivayetin sübutunu naklederek ve ricalini tevsik ederek onun sıhhatine hükmettiğini hayretle ifade etmektedir.[86] Yine İbn Teymiyye’nin yorumuna göre Tahavî (321/933), Güneşin Hz.Ali için döndürülmesini ona verilen bir meziyet değil, Hz.Peygamber’in bir mucizesi olarak anlamıştır.[87] Ona göre Kadı Iyaz (544/1149) da Güneşin geri döndürülmesinin Hz.Peygamber’in mucizelerinden olduğu kanaatini taşımaktadır.[88] Netice de İbn Teymiyye eserinde bu hadisi çok detaylı bir şekilde ele almakta ve senedinin zayıflığına ve metin açısından da uydurma olduğuna hükmetmektedir.[89] ez-Zehebî (748/1347) de bu rivayetin isnadındaki ravilerin cerhedilmesi nedeniyle sahih olmadığını savunmaktadır.[90] Yine o, el-Mevzû’ât’ın Telhîs’inde Esmâ bt. Umeys, Hz.Ali, Ebu Hureyre ve Ebu Saîd’den muttasıl isnadlarla rivayet edildiği iddiasının doğru olmadığını ve bunların sâkıt olup sahih olmadıklarını ifade etmektedir.[91] İbn Kayyim el-Cevziyye (751/1350) ise bu rivayetin pek meşhur olmadığını ve bu olayı Esmâ bt. Umeys’den başkasından da maruf olmadığını bildirmektedir.[92]
Bu hadis, isnad açısından problemli olması bir yana, hadisin metin açısından da problemleri olduğu bir gerçektir. Zira hadisin metni Kur’an’ın genel ilke ve prensiplerine ve Allah’ın kâinat için koymuş olduğu kainat nizamı dediğimiz tabiat kanunlarına aykırı görünmektedir. Nitekim bu rivayet Yasin sûresinin “Güneş, kendisi için belirlenen yerde akar (döner). İşte bu aziz ve alîm olan Allah’ın takdiridir. Ay için de bir takım yörüngeler tayin ettik… Ne Güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzerler.” ayetlerine aykırı olduğu gibi, Hz.Peygamber’in “Ay ve Güneş Allah’ın birer ayetleridir. Ne kimsenin doğumu, ne de ölümü için tutulmazlar.”[93] anlayışına da aykırıdır.[94] Aynı şekilde Muslim’de geçen bir rivayette Güneşin Hz.Peygamber için döndürülmesinden bahsetmemektedir. Ahzab günü Hz.Peygamber Hendek çukurlarından birinde oturuyorken “Bizi ikindi (orta) namazından alıkoydular. Allah onların evlerine ve kabirlerini ateşle doldursun.” buyurmuştur. Bu rivayete göre Hz.Peygamber ikindi namazını akşamla yatsı arasında kılmıştır.[95]
Benzer şekilde “Bu muazzam olay gerçekten vaki olsaydı, meşhur olur, yayılır ve insanlar bunu nakletme gereğini duyarlardı. Çünkü bu olay harikulade olmak bakımından Nuh Tufanı ve ayın yarılması kadar önemlidir”[96] denilerek bu ilke uyarınca hadis reddedilmiştir.[97]
            Bir takım hadislerde, yapılan küçük ve basit salih amele karşılık ölçüsüz dünyevî ve uhrevî vaatlerde bulunulduğu; yine benzer şekilde, işlenen küçük ve basit bir kötülük ve yanlış karşısında ölçüsüz dünyevî ve uhrevî tehdit ve cezalar öngörüldüğü sıkça görülen bir durumdur. Bilhassa kusasın (vaizlerin) cemaatı iyeye teşvik ve onları kötüden sakındırma gibi iyi bir niyetle de olsa bu tür rivayetleri vaazların bolca kullandıkları malumdur. Bu tür ölçüsüzlükler ve aşırılıklar içeren hadisler, Hz.Peygamber’in bu konudaki genel tavrına, Kur’an’ın konuyla ilgili ayetlerindeki makul ölçülere, ayrıca mantıken işlenen basit bir suça, ölçüsüz cezalar verilmesinin doğuracağı adaletsizlik ve haksızlığa da bakılarak bu gibi rivayetlerin Hz.Peygamber’e aidiyeti, mevzu hadisler üzerine çalışan hadisçilerce kuşkuyla karşılanmış ve bunların uydurulmuş olma ihtimali tercih edilmiştir.[98] Buna örnek olarak et-Tirmizî ve İbn Mace’nin Sunenlernde geçen şu hadisi örnek olarak verebiliriz:
            “Kim çarşıya girer de “La ilahe illallahu vahdehu la şerîkeleh lehu’l-mulku ve lehu’l-hamdu yuhyî ve yumît ve huve hayyun la yemut, biyedihi’l-hayr ve hüve ala kulli şeyin kadîr: (Allah’tan başka ilah yoktur, o tek başına ilah olup onun ortağı yoktur. Mulk de hamd de ona mahsustur, o yaşatır ve öldürür; kendisi de daima diri olup ölmez. İyilik onun elindedir ve o her şeye kâdirdir.) derse Allah ona bir milyon sevap yazar, onun birmilyon günahını siler ve onun derecesini bir milyon derece yükseltir.[99]
            “Kim akşam namazından sonra arada hiç konuşmaksızın altı rekat namaz kılarsa, bu onun için on iki yıllık ibadet yerine geçer.”[100] Bu hadisler et-Tirmizî tarafından isnadına yönelik bazı eleştirilerin getirildiği görülmektedir. O bu hadisin ‘garib’, ve bazı tariklerinin ‘muallel’ veya ‘munker’ olduğunu belirtmiştir.[101] Bu rivayetlere metin tenkidi açısından bakılınca bir insanın bir milyon sevap kazanmasının, bir milyon günahının silinmesi, bu da yetmiyormuş gibi üstelik derecesinin bir milyon yükseltilmesinin İslâm dininin kulluk anlayışına son derece ters olduğu kolaylıkla görülecektir. Bu hadis olsa olsa kısa yoldan köşeyi dönmek isteyenlerin şahsî arzu ve isteklerini yansıtabilir. Kur’an’a bakılıcak olursa iyilik ve kötülüğün karşılığının bu tür hadislerde ileri sürüldüğü gibi ölçüsüz ve orantısız olmadığı görülecektir. Herkes yaptığı iyiliğin durumuna göre mükafat alır, işlediği suçun da büyüklüğüne göre cezaya mustehak olur. Kısacası İslâm’ı, Kur’an’ı, Hz.Peygamber’i tanıyan ve bilen, akl-i selim, sağduyu sahibi her insan bu sözün Hz.Peygamber’e ait olmayacağını çok rahat çıkarabilir.[102]
            “İlk defa içki içeni dövünüz, ikinci defa içeni de dövünüz, … Ama beşinci defa içerse onu öldürünüz.”[103] Bir defa içki içmek ölüm cezasını gerektirecek bir suç değidir. İşlenen suçla öngörülen ceza arasındaki oransız aşırılık, rivayetin sağlam bir isnada sahip olmasına rağmen seddedilmesine yol açmış görünmektedir.
            “Kim on iki yıl müezzinlik yaparsa cennete girmesi kesinleşir, her gün okuduğu ezandan dolayı altmış sevap, kamet getirmesinden dolayı da otuz sevap yazılır,” hadisi için de benzer şeyler söylenebilir. Cennetin böyle nasıl garanti edilebilidiğini ve bunun Kur’an’ın ahiret/hesap anlayışıyla nasıl bağdaştırılabildiğini anlamak mümkün değildir.[104]
            Hz.Peygamber’in sözleri olarak kabul edilen hadisler arasında muhteva olarak tarih, coğrafya, astonom, biyoloji ve tıp gibi bilimlere konu olabilecek nitelikte olanlar hayli çoktur. Bunların bir kısmı geçmişte de –zamanı bilimsel gerçeklerine aykırı olduğu gerekçesiyle- tartışma konusu yapılmış ve bazılarının hadis olamayacağı ifade edilmiştir.

Hadislerin uydurma olup olmadığını tespit amacıyla başvurulacak olan elbette kesin bilimsel gerçeklerdir. Yoksa ispatlanmamış ve henüz teori halindeki bir takım görüşler, iddialar ve hipotezler değildir. Örneğin “dünyanın ömrü yedi bin yıldır” hadisi bu açıdan bilimsel verilere aykırılık açısından tenkide tabi tutulabilir. Konuyla ilgili rivayetleri bir araya getirmiş olan Taberî’nin Tarihi’ne bakıldığında aslında dünyanın ömrünü hesaplama gayretlerinin Yahudi geleneğindeki çabalardan etkilenme sonucu ortaya çıktığını ve muhtemelen bu çabaların bilahare hadis şekline büründüğünü ileri sürmek mümkün görünmektedir. Mamafih dünyanın ömrünün yedi bin yıl oduğu ve Hz.Peygamber’in de sonuncu bin yıl içinde olduğu yolundaki hadis rivayetlerinin yanlış ve uydurma olduklarını anlamak bugünkü yüzyılda yaşan bizler için hiç de zor değildir. Ancak meselenin konumuzla ilgili yönü, bu rivayetlerin uydurma olduğunun, bilimsel veriler tarafından ortaya konulabileceği hususudur. Çünkü bu gün artık gezgenimizin ömrünün yaklaşık 4,5 milyar yıl olduğu kabul edilmektedir. Bu durumda yedi bin yıllık sürenin ciddiye bile alınamayacak kadar kısa bir süre olduğu ve sadece geçmiş yüzyıllarda yaşamış olanların birer tahminden öte bir şey ifade etmediği kolayca görülmektedir.    



[1] Hayri Kırbaşoğlu, Alternatif Hadis Metodolojisi, s. 185-187.
[2] el-Buhârî, 68 Talâk 41, (VI, 183); Muslim, 18 Talâk 6, Hn: 47, 51, (II, 119) ; et-Tirmizî, 11 Talâk 5, Hn: 1180, (III, 484); en-Nesâî, 26 Nikâh 21, Hn: 3244, (VI, 74); 27 Talâk 7, Hn: 3405, (VI, 144); İbn Mace, 10 Talâk 10, Hn: 2035-6, (I, 656) yukarıdaki lafız İbn Mace’ye aittir; Ebû Davud, Talâk 39, Hn: 2284-2290, (II, 285-287); Ahmed, a.g.e, VI, 373, 411-417.
[3] Muslim, 18 Talâk 6, Hn: 46, (II, 1119) ; et-Tirmizî, 11 Talâk 5, Hn: 1180, (III, 484); Ebû Davud, Talak 40, Hn: 2291, (II, 288); eş-Şevkânî, a.g.e,  VII, 104.
[4] ed-Dumeynî, Hadiste Metin Tenkidi Metotları, s. 56.
[5] en-Nesâî, 21 Cenâiz 14, Hn: 1848, 1849, (IV, 15).
[6] İbn Mace, 6 Cenâiz 54, Hn: 1594, (I, 508).
[7] el-Buhârî, 23 Cenâiz 33, (II, 81) ; Muslim, 11 Cenâiz 9, Hn: 23, (I, 642) ; en-Nesâî, 21 Cenâiz 15, Hn: 1857, (IV, 18).
[8] Muslim, 11 Cenâiz 9, Hn: 22, (II, 641) ; en-Nesâî, 21 Cenâiz 15, Hn: 1858, (IV, 18).
[9] Muslim, 11 Cenâiz 9, Hn: 25, (II, 642).
[10] Muslim, 11 Cenâiz 9 Hn: 27, (II, 643) ; et-Tirmizî, 8 Cenâiz 25, Hn: 1006, (III, 329) ; en-Nesâî, 21 Cenâiz 15, Hn: 1856, (IV, 17).
[11] Muslim, 11 Cenâiz 9, Hn: 26, (II, 643) ; Ebû Davud, Cenâiz 28, Hn: 3129, (III, 194) ; en-Nesâî, 21 Cenâiz 15, Hn: 1855, (IV, 17).
[12] et-Tirmizî, 8 Cenâiz 25, Hn: 1004, (III, 327).
[13] ez-Zerkeşî, el-İcâbe, s. 103.
[14] ed-Dumeynî, a.g.e, s. 57.
[15] el-Hakim en-Nîsaburî, el-Mustedrak, IV, 100; ez-Zerkeşî, a.g.e, s. 107. (Krş. Hz.Aişe’nin Sahabeye Yönelttiği Eleştiriler, s. 79.).
[16] el-İdlibî, a.g.e, s. 112.
[17] ed-Dumeynî, a.g.e, s. 58.
[18] et-Tirmizî, Tefsir 53.
[19] el-Buhârî, 65 Tefsîr 53/1 (VI, 50); Muslim, 1 İmân 287, (I, 159); et-Tirmizî, 48 Tefsîr 53, Hn: 3278, (V, 368).
[20] İsmail. Hakkı Ünal, Hadis, s. 71.
[21] Kırbaşoğlu, a.g.e, s. 261-262.
[22] Muslim, 3 Hayız 23, Hn: 90, (I, 272).
[23] et-Tirmizî, Tahâret, 58.
[24] Ebû Davud, Cenâiz 35, Hn: 3161, (III, 201).
[25] ez-Zerkeşî, el-İcâbe, s. 111.
[26] es-Serahsî, a.g.e, I, 340; el-Cassâs, a.g.e,  III, 127-8.
[27] Muslim, 2 Tahâre 25, Hn: 87-88, (I, 233).
[28] Ahmed Emin, Fecru’l-İslâm, s. 216.
[29] el-Amidî, el-İhkâm fî Usûli’l-Ahkâm, I, 263.
[30] eş-Şevkânî, Neylu’l-Evtâr, I, 314 ; Emir es-San’ânî, Subulu’s-Selâm, I, 108.
[31] es-San’ânî, a.g.,e I, 108-109.
[32] eş-Şevkânî, Neylu’l-Evtâr, I, 207 ; Emir es-San’ânî, a.g.e, I, 108.
[33] et-Tirmizî, 33, Kader, 8, Hn: 2141, (IV, 449-450) ; Ahmed, el-Musned, II, 167.
[34] İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, VIII, 113, 117, 118.
[35] M. Hayri Kırbaşoğlu, Alternatif Hadis Metodolojisi, s. 266.
[36] es-Sehâvî, el-Mekâsıdu’l-Hasene, s. 425.
[37] Ünal, Hadis, s. 72.
[38] İbn Kayyım el-Cevzî, el-Menâru’l-Munîf, s. 54-56.
[39] Kırbaşoğlu, a.g.e, s. 216-217.
[40] Ebu Yusuf, es-Red alâ Siyeri’l-Evza’î, s. 31-32.
[41] el-Hayyât, el-İntisâr, Beyrut, 1986, s, 136.
[42] İbn Kayyım el-Cevziyye, el-Menâru’l-Munîf, s. 56.
[43] Muslim, 4 Salât 50, Hn: 265, 266, (I, 365) ; Ebû Davud, Salât 107, Hn: 702, (I, 187) ; et-Tirmizî, Salat 253, Hn: 338, (II, 161).
[44] el-Buhârî, 8 Salât, 99 (I, 128); 8 Salât 102, (I, 130); 8 Salât 104, (I, 130); 8 Salât 105, (I, 130); 8 Salât 108, (I, 131); Muslim, 4 Salât 51 Hn: 270, (I, 366) ; Ebû Davud, 2 Salât 112, Hn: 713, (I, 457).
[45] Muslim, 4 Salât 51, Hn: 269, (I, 366) ; Ebû Davud, Salât 109, Hn: 710-714. (I, 189).
[46] Muslim, 4 Salât 51, Hn: 271, (I, 367); Ebû Davud, Salât 109, Hn: 712, (I, 189).
[47] İbn Hacer, Fethu’l-bârî, I, 589.
[48] el-İdlibî, a.g.e, s. 119.
[49] el-Buhârî, 8 Salât, 105 (I, 130).
[50] ed-Dumeynî, a.g.e, s. 80.
[51] Muslim, 3 Hayz 12, Hn: 59, (I, 260).
[52] Muslim, 3 Hayz 12, Hn: 58, (I, 259).
[53] Malik b. Enes, el-Muvatta’, Sıyâm 4, Hn: 11, 13, s. 179; Ebû Davud, es-Sunen, Savm 36, Hn: 2388, (II, 312).
[54] Malik b. Enes, Sıyâm 4, Hn: 12, s. 180; el-Buhârî, 30 Savm 22, (II, 232); Muslim, 13 Sıyâm 13, Hn: 75, (II, 779) ; Ahmed, a.g.e, I, 211,213; İbn Kuteybe, a.g.e, s. 92.
[55] Ebu Davud, Salât 25, Hn: 494, 495, 496, (I, 133) ; et-Tirmizî, Ebvâbu’s-Salât 299, Hn: 407, (II, 259).
[56] Bu hadisin eleştirisi için bkz: Mustafa Ertürk, Çocuğun Dini Eğitiminde Kullanılan Bir Hadis ve Tahlili, Marife, c.II, s. 2, Konya, 2000.
[57] Kırbaşoğlu, a.g.e, s. 228.
[58] İ.Hakkı Ünal, Hadis, s. 73.
[59] Muslim, Fadâilu’s-Sahâbe, 168.
[60] Emir es-San’ânî, Tavdîdu’l-Efkâr, I, 129-130 ; ed-Dumeynî, Hadiste Metin Tenkidi Metodları, s. 159.
[61] Muslim, İman, 262.
[62] ed-Dumeynî, a.g.e, s. 160.
[63] el-Buharî, Kitabu’l-Mağâzî, 34.
[64] ed-Dumeynî, a.g.e, s. 162-163.
[65] İbnu’l-Cevzî, el-Mevzû’ât, II, 251.
[66] A.y.
[67] 6, En’am, 50 ; 7, A’raf 188 ; Yunus, 20 ; Yusuf, 81 ; Necm, 65 ; Cin, 26.
[68] Cin, 27 ; Al-i İmran 179.
[69] Maide, 67 ; Necm, 3-4. Bu konuda bkz: İ.Hakkı Ünal, Hadis, s. 74.
[70] Ebû Davud, es-Sunen, el-Melâhim, Hn: 4306-4307, II, 121-122.
[71] Kırbaşoğlu, Hadis Metodolojisi, s. 291-292, (el-Himyerî, er-Ravdu’l-Mi’tarfî haberi’l-Aktar, s. 105’den naklen).
[72] Ünal, Hadis, s. 75.
[73] Ünal, Hadis, s. 76.
[74] İbnu’l-Cevzî, el-Mevzû’ât, II, 238-241.
[75] A.y.
[76] Ünal, Hadis, s. 76.
[77] İbn Kayyım el-Cevziyye, el-Mnâru’l-Munîf, (Thk: Abdulfettah Ebu Gudde), Halep, 1994, s. 54-55.
[78] İbn Kayyım el-Cevziyye, a.g.e, s. 64-65.
[79] İbn Kayyım el-Cevziyye, a.g.e, s. 99-100.
[80] es-Suyutî, Tedrîbu’r-Râvî, I, 276.
[81] et-Tirmizî, es-Sunen, 50, Menakıb 19, (V, 633) ; İbn Mace, es-Sunen, Mukaddime 11, (I, 45) ; Ahmed b. Hanbel, el-Musned, I, 84 ; el-Hakim en-Nîsaburî, el-Mustedrek, III, 109.
[82] İbn Teymiyye, Minhacu’s-Sunne, IV, 118.
[83] İbn Kayyım el-Cevziyye, el-Menâru’l-Munîf, s. 57.
[84] Kâdî Iyâz, eş-Şifâ bi ta’rifi hukûki’l-Mustafâ, Daru’l-Erkam, Beyrut, Tarihsiz, I, 250.
[85] İbnu’l-Cevzî, isnada bulunan Ahmed b. Davud’u ed-Darekutnî “metruk kezzab”, İbn Hibban “Hadis va’z ederdi” şeklinde cerhetmişlerdir. Yine isnadda bulunan başka bir ravi olan Ammar b. Matar, Ebu Ca’fer el-Ukaylî (322/934) tarafından sikalardan munkerleri rivayet etmekle itham edilirken, İbn Adî (365/975) ise “metruku’l-hadis” şeklinde cerhetmiştir. Fudayl b. Merzuk zayıf kabul edilmiş ve uydurma hadisleri rivayet etmek ve sikalardan rivayet ederken hata yapmakla itham edilmiştir. İbnu’l-Cevzî, Ebu Hureyre kanalıyla gelen tarıkın da zayıf olduğunu belirtmektedir.  İbnu’l-Cevzî, el-Mevzû’ât, Daru’l-Fikr, 1983,, I, 356-7.
[86] el-Kastalânî, el-Mevâhibu’l-leduniyye bi’l-minahi’l-Muhammediyye, (Thk: Salih Ahmed eş-Şâmî) el-mektebetu’l-İslâmî, Beyrut, 1991, II, 529.
[87] Tahavî, Muşkilu’l-Asar, II, 8-14 (Krş: Görmez, Sünnet ve Hadisin Anlaşılması.. s. 69.)
[88] el-Kastalânî, a.g.e, II, 531.
[89] İbn Teymiyye, Minhâcu’s-sunneti’n-nebeviyye, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, Tarihsiz, IV, 185-195.
[90] ez-Zehebî (748/1347), bu rivayetin isnadındaki Ammar b. Matar için Ebu Hatim er-Razî (277/890)’nin ‘yalancı”, îbn Adî’nin “hadisleri batıldır”, ed-Darekutnî’nin ise “zayıf” dediğini nakletmekteez-Zehebî, Mizanu’l-İ’tidal, V, 205.
[91] İbn Arak, Tenzîhu’ş-şerî’ati’l-merfû’a, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1981, I, 379.
[92] İbn Kayyim el-Cevziyye, el-Menâru’l-munîf, Mektebtu’l-Matbû’âti’l-İslâmiyye, Beyrut, 1994, s. 58.
[93] el-Buharî, 16 Kusûf 1, 13, (II, 23, 24, 29, 30) ; 59 Bed’u’l-Halk 4, (IV, 75) ; Muslim, 10 Kusuf 1, Hn: 1-2, (II, 618-9); Ebu Davud, İstiskâ 3; en-Nesâî, 16 Kusûf 16, Hn: 1485-7, (III, 141-145) ; İbn Mace, 5 İkame 152, Hn: 1261-3, (I, 400-1) ; Ahmed b. Hanbel, el-Musned, II, 109, 118, 325 ; IV, 122, 245; VI, 168, 188;
[94] Kr‏‏ş: Mehmet Görmez, a.g.e, s. 69.
[95] Muslim, 5 Mesacid 36, Hn: 203-206, 209, (I, 437);
[96] İbn Arak, Tenzîhu’ş-Şerî’a, I, 380.
[97] Kırbaşoğlu, Alternatif Hadis Metodolojisi, s. 225.
[98] Kırbaşoğlu, a.g.e, s. 242-243.
[99] et-Tirmizî, es-Sunen, 49 Daavât 36, Hn: 3428-3429, (V, 457-458).
[100] et-Tirmizî, es-Sunen, Ebvâbu’s-Salât 321, Hn: 435, (II, 299).
[101] et-Tirmizî, es-Sunen, 49 Daavât 36, Hn: 3428-3429, (V, 457-458). Hadisin sened açısından tenkidi için İbn Kayyım el-Cevziyye, el-Menâru’l-Munîf, s. 41-42.
[102] Kırbaşoğlu, a.g.e, s. 244.
[103] Ahmed b. Hanbel, el-Musned, IV, 224
[104] Kırbaşoğlu, a.g.e, s. 245.
PROF. DR.H. MUSA BAĞCI WEB SİTESİ
 
Facebook beğen
 
ANLAMLI SÖZLER
 
BUGÜNKÜ HANEFİ FAKİHLERİ, TIPKI İMAM EBU HANİFE TAKLİTÇİLERİNİN MUŞAHHAS OLAYLAR ÜZERİNE VERİLEN HÜKÜMLERİ EBEDİLEŞTİRDİKLERİ GİBİ, KENDİ MEZHEBİNİN RUHUNA AYKIRI OLARAK İMAM EBU HANİFE'NİN YORUMLARINI EBEDİLEŞTİRMİŞLERDİR. BU İTİBARLA, İÇTİHAT KAPISININ KAPANMIŞ OLMASI, KISMEN FIKIH KAVRAMININ BİLLURLAŞMIŞ OLMASINDAN, KISMEN DE EMEVİLERİN ÇÖKÜŞ DÖNEMİNDE BÜYÜK DÜŞÜNÜRLERİ PUTLAR HALİNE GETİREN ZİHNİ TEMBELLİK YÜZÜNDEN MEYDANA GELEN EFSANEDİR. EĞER DAHA SONRAKİ ALİMLER BU EFSANEYİ SAVUNMUŞLARSA BUGÜNÜN İSLAM DÜŞÜNCESİ, BU GÖNÜLLÜ TESLİMİYETE BOYUN EĞMEK ZORUNDA DEĞİLDİR. (M. İKBAL, İSLAMDA DİNİ DÜŞÜNCE, S. 238)

"ŞU HSUSUSU GERÇEKLEŞTİRMEK VE İNSANLARI ONA ÇAĞIRMAK İÇİN BÜTÜN GÜCÜMLE ÇALIŞTIM. BUNLARDAN BİRİSİ, DÜŞÜNCEYİ TAKLİT ZİNCİRİNDEN KURTARMAK; DİNİ, TEFRİKAYA DÜŞMEDEN, İLK MÜSLÜMANLARIN ANLADIKLARI ŞEKİLDE ANLAMAK VE ONU AKLIN AŞIRILIKLARINDAN KORUMAKTIR. (ABDUH, TEVHİD, S. 49)
ANLAMLI SÖZLER
 
ŞİMDİ İNSAF EDELİM, BU RUH HALİ İLE BİZİM İÇİN TERAKKİ İMKANI VAR MIDIR? BİZ BU CEHALET VE TAKLİT KÖTÜLÜĞÜYLE ŞİMDİKİ MEDENİYETİN ŞİDDETLİ CEREYANLARINA KARŞI DİNİMİZİ, MİLLETİMİZİ NASIL MUHAFAZA EDEBİLİRİZ? MİLLET BU BATIL AN'ANELERDEN KURTARILMADIKÇA, İSLAM'IN ASLİ HAKİKATLERİ BÜTÜN SAFİYETİYLE AÇIĞA ÇIKARILMADIKÇA BEN BUNUN İMKANINI GÖREMİYORUM. TERAKKİNİN ESASI CEHALETTEN İLME, TAKLİTTEN TAHKİKE GEÇMEKTİR. CEHALETLE VE TAKLİTLE HİÇ BİR ZAMAN TERAKKİ EDEMEYECEĞİMİZ GİBİ, DİNİMİZİ DE MİLLETİMİZİ DE MUHAFAZA EDEMEYİZ. GENÇLERİMİZ DİNSİZ OLUYOR DİYE BUGÜN ŞİKAYET EDİYORUZ. ELBETTE OLURLAR. BİZİM ŞİKAYETE HAKKIMIZ YOKTUR. BÜGÜNKÜ MEDENİYETİN İLİM VE FENLERİNDEN AZ ÇOK NASİBİNİ ALMIŞ DİMAĞLAR, ARTIK HURAFE DİNLEYEMEZ. ONLARI İSLAMI'N KATİ HAKİKATLERİYLE AYDINLATMAK GEREKİR. (SEYYİD BEY, İSMAİL KARA'NIN TÜRKİYE'DE İSLAMCILIK DÜŞÜNCESİ KİTABINDAN S. I/225.)
Peygamber (s.av)'e Bakışımız
 
"İslam Peygamberini eski dünya ile modern dünyanın ortasında durmuş görmekteyiz. Hz.Peygamber (s.a.v) bildirmiş olduğu vahyin kaynağı bakımından eski dünyaya, fakat bildirmiş olduğu vahyin ruhu bakımından modern dünyaya bağlıdır. Onun gelişi ile hayat aldığı yeni istikamete uygun yeni kaynaklar keşfetmiştir."
Allame Muhammed İkbal

Hz.Peygamber'in bir insan, beşer peygamber olduğunu söylerken, onun sıradan ve standart bir insan olduğu anlaşılmamalıdır. Aksine o, yüksek karakteri ve sahip olduğu yüce ahlaki yapısıyla hem peygamberlik öncesi hem de sonraki yaşantısıyla "farklı" olduğu dikkatlerden kaçmamıştır. Onun farklılığı "tür farklılığı" değil, "nitelik ve kalite farklılığı"dır. Kur'an'ın açık ve kesin ifadelerine rağmen onu insanüstü göstermek, onu bir melek veya yarı-ilah seviyesine çıkaracak ifadeler kullanmak ona yapılabilecek en büyük haksızlıktır.
GÜZEL SÖZLER
 
"KANAATİMCE EVRENİN ÖNCEDEN DÜŞÜNÜLEREK YAPILMIŞ BİR PLANIN ZAMANLA BİLGİLİ BİR ŞEKİLDE İŞLEYİŞİ OLDUĞU YOLUNDAKİ GÖRÜŞTEN KUR'AN-I KERİM'İN GÖRÜŞÜNE DAHA YABANCI BİR ŞEY OLAMAZ" (MUHAMMED İKBAL )
.Hakikati bulan, başkaları farklı düşünüyorlar diye, onu haykırmaktan çekiniyorsa, hem budala, hem de alçaktır. Bir adamın "benden başka herkes aldanıyor" demesi güç şüphesiz; ama sahiden herkes aldanıyorsa o ne yapsın?
Daniel de Foe (Cemil Meriç, Bu Ülke adlı kitabından)

Kur'an'a göre seçilmiş halk ve ırk yoktur. Tek üstünlük ölçüsü, Allah'ın dinine bağlılıktır. İslam, insanları tek dil, kültür ve coğrafyada değil, tevhid inancı etrafında birleştirir ve ümmet fikrini telkin eder. İslam, Hıristiyanlığın mutlak ferdiyetçiliğini ve yahudiliğin ırkçılığını reddeder. Kur'an'a göre değer ölçüsü Allah'ın rızasına uygun güzel faaliyet ve davranışlarıdır (amel-i salih). Her etnik grubun insani ve yasal hakları korunmak suretiyle İslam kardeşliği ve eşitliği ilkesi temel olmalıdır. İslam kardeşliği ve eşitliği prensibine aykırı düşen ve ırkçılığı telkin eden rivayetlere ihtiyatla ve mesafeli yaklaşmak gerekir.

Ünlü bilgin Cahız der ki: Geçmişe körü körüne teslim olmak, taassuba, heva ve heves sahibi olmaya yöneltir. Atalara uymak, insanların aklını esir alır. insanları körleştirir, sağırlaştırır. Bu yüzden dini, nazar ve araştırma yolu ile öğrenmek gerekmektedir.

Tevekkül, toplumda yaygın anlayışa göre kişinin görev ve sorumluluğunu Allah'a fatura ederek tembellik, miskinlik ve uyuşukluk yapması değil, bilakis Kur'an'a göre insanın herhangi bir konuda kendi üzerine düşen sorumluluğu yerine getirdikten sonra akabinde ortaya çıkabilecek engellerin bertaraf edilmesi için Allah'a güvenmek ve dayanmaktır. (11, Hud, 123; 14, İbrahim 12 vd.)

Dinde zorlama yoktur. İnsana düşen öğüt, nasihat ve tebliğdir. Zorlama ve baskı ile gerçekleşen imana iman denilemez. İçselleştirilmiş, içten, sahici ve samimi iman gerçek imandır. Hz.Peygamber ve onun değerli ashabı bu sahici ve samimi iman sayesinde insanlık tarihindeki büyük değişim ve dönüşümü gerçekleştirmiştir.

Dua,insanın Allah ile iletişimidir. Kur'an, Allah'a yapılan duaların kişinin işlediği salih ameller tarafından Allah katına yükseltileceğini bildirir. (35, Fatır, 10) Duanın kabulü için amel-i salih esastır. Hz.Peygamber duasının kabul olması için dua etmeden önce sadaka vermeyi prensip edinmiştir. Türbelerden, evliya gibi zatlardan, diğer kişi ve gruplardan kendileri aracı yapılarak istekte bulunmak insanı şirke götürebilecek yaklaşımlardır. İnsanı Allah'a yaklaştıran sadece güzel faaliyet ve davranışlardır (amel-i salih).(maide 35; İsra 57).

İslam, sadece uygulanması gereken ilkelerden ibaret olmayıp, aynı zamanda nezaket, incelik, kibarlık ve centilmenliktir. (31, Lokman, 19; 49, Hucurat, 2-4).

Allah'ın varlığını ve her şeyin yaratıcısı olduğunu kabullenmek tevhidin en yüzeysel anlamıdır. Zira bu anlamda putların kendilerini Allah'a ulaştıracağını söyleyen ve Allah'ın varlığına inanan müşriklerin asgari anlamda tevhidi kabul ettikleri söylenebilir. Oysa ki İslam'ın gerçek anlamda tevhidden kastı, Allah'ın varlığını ve birliği ve her şeyin yaratıcısı olduğunu kabulle birlikte Allah'ı değer koyucu bir otorite olarak kabul edilmesi, yani onun peygamberler aracılığıyla gönderdiği mesajlara boyun eğilmesidir. İşte bir müşrik ile müslüman arasındaki temel fark budur.

Ahiret tövbe yeri değil, hesap verme yeridir. Tövbe fırsatı insana bir defa sadece dünya hayatında verilmiştir. Bu yüzden İslam karma, tenasuh veya yeniden dünyaya farklı varlıklar şeklinde gelme gibi anlayışları tasvip etmez, reddeder.
 
Bugüne kadar 265720 ziyaretçi (499711 klik) kişi burdaydı!
webmaster: H.Musa BAĞCI Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol