PROF.DR.H.MUSA BAĞCI WEB SİTESİNE HOŞ GELDİNİZ
   
 
  İslam'ın İlk Dönemlerinde Hadisleri Reddedenler Var mıydı?



HADİSİN TEŞRİİ DEĞERİ ÜZERİNDE TARTIŞMALAR

            Hz.Peygamber’in sünnetinin teşrî değeri üzerindeki tartışmaların tarihi kökenlerini ilk devirlerde görmek mümkündür. Daha H. II. asırdan itibaren bazı grupların Hz.Peygamber’in vahiy alması dışındaki söz, fiil ve davranışlarının değeri konusundaki tartışmaları dikkat çekicidir. Fakat o dönemde böyle bir bakış açısının yaygın/popüler olduğunu söylemek mümkün görünmemektedir. Zira, son derece marjinal olan bu görüşler etkili olamamış, bir uç görüş olarak tarihteki yerini almıştır. Bu dönemde hadisin değeriyle ilgili yapılan tartışmalar konusunda elimizde tarihi döküman olarak İmam eş-Şafiî (204/819)’nin el-Umm adlı eserinin “Cimau’l-İlim” bölümü ve bazı rivayetler bulunmaktadır. İmam eş-Şafiî, mezkur eserde bazı gruplarla yaptığı tartışmaları anlatırken “Haberleri külliyen reddeden taifenin görüşleri babı” adı altında iki gruptan söz etmektedir. O, Hz.Peygamber’den gelen haberi kabul etmenin farz ve vacip olduğu, bu farziyetin hem kendisinden öncekiler hem de sonrakiler için ihtilaf konusu olmadığını ifade etmekte ve bir fırka dışında bu görüşlere muhalif olan kimse bulunmadığını zikretmektedir.
     “Allah Kur’an hakkında “her şeyi beyan edicidir” buyurmaktadır. Allah’ın farz kıldığı bir şey hakkında senin ve bir başkasının bir defa bu farz âmmdır, bir defa bu hâstır, bir defasında ondaki emir farzdır, bir başka defasında ondaki emir delalettir demesi nasıl caiz olur? Şimdi önünde bir, iki yahut üç hadis var; bir adamdan rivayet ediyorsun, o da bir başkasından, o da bir başkasından, böylece isnadı Hz.Peygamber’e kadar ulaşıyor. Bununla beraber sen ve senin mezhebinde olanlar, karşılaştığınız, hatta sıdk ve hafıza yönünden öne çıkardığınız kimselerden hiçbirini galattan, unutkanlıktan ve hatadan tebriye etmiyorsunuz ve hatta görüyorum ki, birçok kimseler hakkında, “falan şu hadiste, falan da bu hadiste hata etti” diyorsunuz. Yine görüyorum ki, birisi, kendisiyle helal ve haram kıldığınız ilm-i hassa’dan (haber-i vahid) bir hadis hakkında “Hz.Peygamber bunu söylemedi”; yahut siz, onu size rivayet edene ‘hataya düştünüz’; veyahut siz, onu size rivayet edene ‘yalan söylediniz’ dese, onu tövbeye davet etmiyorsunuz. Ona “bu söylediğin ne kadar kötü bir söz” demekten öte bir şey söylemiyorsunuz. Şimdi soruyorum: Kur’an ahkamıyla, vasıflarını belirlediğiniz bu kimselerin haberi arasında bir ayırım yapmamak caiz midir? Siz böyle kimselerin haberlerini Allah’ın kitabı yerine koyuyorsunuz. Onunla emrediyor, onunla nehyediyorsunuz.”
            eş-Şafiî ile hadislerin değerini tartışan bu şahıs ve onun temsil ettiği fırka, ravileri yalan, nisyan ve hata ile mâlûl olması gerekçesiyle bu türden kişilerin haberlerini kabul etmemekte ve Kur’an ayetleriyle söz konusu kimselerin haberleri arasında ayırım yapılması gerektiğini ifade etmektedir. Bu tür haberlerle Kur’an ayetlerinin âmm ve hâs şeklinde tahsis ve umumileştirmenin caiz olmadığını da eklemektedir. 
            eş-Şafiî “Haberleri külliyen reddeden taifenin görüşleri babı” içerisinde hadisler konusunda görüş beyan eden diğer bir fırkanın fikirlerini de serdetmektedir. Ona göre bu fırka, Kur’anî bir temeli bulunan hadisleri kabul edip bunun dışındaki hadislerin kabul edilmemesi gerektiğini ileri sürmektedir. Yani onlar Kur’anî bir temeli olup Allah’ın kitabını beyan eden haberleri kabul etmektedirler.[3] eş-Şafiî hadisleri külliyen reddeden fırkaların kimler oldukları konusunda hiçbir tasrih yapmamış olduğu halde bunların kimlikleri konusunda tarihî süreç içerisinde pek çok spekülasyonlar yapılmıştır. Araştırmasında bu tartışmalara yer veren Hansu, bazı araştırmacıların, hadisleri reddeden bu kişinin Mu’tezile’den olduğunu, dolayısıyla bu mezhep mensuplarının hadisleri külliyen kabul etmediğini ileri sürdüklerini, fakat bu görüşün gerçekleri yansıtmadığını ifade etmekte ve Mutezile’nin külliyen hadisleri reddetme gibi bir tavırlarının olmadığı kanaatini ortaya koymaktadır. Söz konusu bu araştırmasında Hansu, hadisleri toptan reddeden fırkaların bazı Haricî fırkaları olma ihtimalini şu şekilde müdellel hale getirmektedir:
     “Kanaatimize göre, haberlerin tamamını reddedenler, bazı Hâricî gruplarıdır. Zira eş-Şâfiî’nin sözünü ettiği grubun görüşlerinin, el-Belhî’nin el-Makâlât’ında zikredilen bazı Hâricî gruplarının, hadis ve sünnetle ilgili şu fikirlerine benzer olduğunu görüyoruz:
     “Dırâr b. Amr (200/915)’ın anlattığına göre Ezârika· ve Beziğiyye· fırkaları dînî bilginin sadece Kur’an’dan alınabileceğini iddia etmiştir. Onlar icma ve haberlerin tamamını inkâr ettiler.”[4] “Hâricîler, Rasûlullah’tan bize hükümleri nakleden seleften teberri ederler... sadece kendi seleflerinin nakil ve hükümlerini kabul ederler, onların dışındakilerini ise tekfir ederler...Bazıları naklin tamamını reddedip Kur’an dışında bir bilgi kaynağı kabul etmeyiz derler.... Bunlar rivayetleri kabul etmezler, onları araştırıp öğrenmek istemezler.”[5] “Haricîlerin çoğu kıyas ve ictihadı kabul etmezler, sadece Kur’an’ın zahiri ile Hz.Peygamber’in Kur’an’ın icmali konularında yaptığı ve ümmet tarafından icma edilmiş açıklamalarıyla amel ederler. en-Necedât· ise ictihad yapmayı kabul eder ve onu mubah sayar.”[6] “...Hâricîler ictihad ehli olmadıkları gibi onun asıllarından bir asıl ve kaidelerinden bir kaide olan Rasûlullah’tan nakledilen haber ve sünnetleri kabul etmeyerek icmaya muhalefet ederler.”[7]
            Öte yandan bunların, eş-Şâfiî’ye “sen bir Arapsın...” diye söze başlamaları[8], Hâricîlerin en büyük fırkası olan Ezârika’nın Kur’an’da geçmediği için recmi kabul etmemesi,[9] Şâfiînin sözünü ettiği, haberlerin tamamını reddedenlerin bazı Hâricîler olduğunu gösteren önemli işaretlerdir. er-Râzî’nin, onların hadis kabul etmeme gerekçelerine yer verdiği  el-Mahsûl adlı eserinde bakıldığında, Hâricîlerin hadislerin tamamını reddettikleri gibi, sahabenin çoğunu da fasıklıkla itham ettikleri görülür. er-Râzî’nin aktardığına göre Hâricîler hadisi kabul etmemek için özetle şu gerekçeleri ileri sürmüşlerdir: Hz.Peygamber bir gün kendi hadislerini yazan bir gruba rastlayınca onları Kur’an dışında bir şeyle uğraşmamaları konusunda uyarmıştır. Bu nedenle sünnetle tespit edilmiş olan recm, mest üzerine mesh, hala veya teyzenin aynı nikah altında birleştirilmesi, imametin Kureyş’e tahsisi, süt kardeşliğinin haramlığı gibi hükümler Kur’an’a aykırı olup reddedilmelidir. Ayrıca hadislerin Hz.Peygamber konuşurken yazılmadığı bir gerçektir. Aradan uzun bir süre geçtikten sonra, onun sözlerinin aynen yazılması mümkün değildir. Dolayısıyla hadis diye rivayet edilen sözler Hz.Peygamber’e ait değildir. Sahabe, iç karışıklıklar ve savaşlar dolayısıyla günah işlemiş, ayrıca birbirlerini fasıklıkla itham etmişlerdir. En ufak bir kusurdan dolayı ravileri cerh eden hadisçiler, bu kadar hata etmiş olan sahabeyi, cerh işleminin dışında tutmakla çelişkiye düşmüşlerdir. Bu nedenle hadisçilerin sözlerine güvenilmez. [10]
     Görüldüğü gibi Haricîlerin en azından bazı grupları, sünneti kabul etmemektedir. Dolayısıyla eş-Şâfiî’nin sözünü ettiği haberlerin tamamını reddeden grubun Mu’tezile değil, Haricîler olması daha güçlü bir ihtimaldir.”[11]
            eş-Şafiî’nin eserinde zikrettiği tartışma konularından biri de haber-i hassanın (haber-i vahid) değeri meselesidir. Yine o, el-Umm adlı eserinin “Cimâu’l-ilim” bölümünde “haber-i hassayı reddeden kimselerin görüşleri babı” adı altında ahad yolla gelen hadisleri reddeden bir grupla yapmış olduğu tartışmayı nakletmektedir. eş-Şafiî onların bu konudaki görüşlerini şöyle özetlemektedir:
            “Her hakim ve muftî ancak ihâta (kesin bilgi) ile hüküm verebilir. İhata ise zahirde ve batında hak olan ve Allah’tan olduğuna kendisiyle şahitlik edilebilen ilim (bilgi)dir. Bu ilim de kitap, üzerinde icmâ edilmiş sünnet ve insanların üzerinde icmâ edip ihtilaf etmedikleri şeydir. Bu durumda hüküm hep birdir ve bunu kabul etmemiz gerekir. Örneğin öğle namazı dört rekattır. Bu konuda münakaşa yoktur.”[12]
            Bir başka deyişle onlar Müslümanların üzerinde topluca ittifak ettikleri, haklarında şüphe ve tereddüt bulunmayan hadisleri kabul etmekte, tek kanalla gelip rivayet edilen hadisleri, ravileri adalet ve zabt açısından mükemmel olsalar bile hata, unutkanlık ve galata düşmekten hâli olmadıkları gerekçesiyle reddetmektedirler. Yani onlar için âhad haberler mu’teber olmayıp, nesiller boyu Müslümanların ittifakla naklettikleri (tevatür derecesindeki) haberler bir değer ifade etmektedir. Peki eş-Şafiî’nin haber-i vâhid’in değeri ile ilgili kendileriyle tartıştığı bu grup kimler olabilir? Hansu’nun yaptığı tespite göre büyük ihtimalle eş-Şâfiî ile tartışan kelâmcılar, Mu’tezile’nin içindeki bir gruptur. Nitekim eş-Şâfiî’nin el-Umm’daki şu ifadesinden de bunların Mu’tezile’den olduğu anlaşılmaktadır: “Öğrencisi er-Rabi’,[13] eş-Şâfiî’ye, ‘bazı gerekçelerden dolayı hadislerin bir kısmını terketmek isteyen kişinin Basralı olduğunu söylediniz’ diye sorunca, eş-Şâfiî de ‘evet dediğim gibidir’ diye cevap verir.”[14] Hadislerin değerini tartışmaya açan bu kişilerin eş-Şafiî’nin (204/819) tasrihine bakılırsa Basra şehrine mensup oldukları anlaşılmaktadır. Basra kurulduğu günden itibaren hep problemli olmuş, siyasî ayaklanmalara merkez teşkil etmiş, kelâmî ekollere odaklık etmiş ve hepsinden önemlisi rivayetlere septik anlayışla bakan Mu’tezile mezhebine yuvalık etmiş bir merkezdir.[15]
            Hansu, araştırmasında Mu’tezile’den bir grubun haber-i vahidi kabul etmediklerine dair yine Mu’tezilî olan el-Belhî’nin eserinden alıntı yapmakta ve bu alıntıdaki düşüncelerin eş-Şafiî’nin tartıştığı grubun düşüncesiyle örtüştüğünü belirtmektedir. el-Belhî (199/814) şöyle der: “Mu’tezile’den bir topluluk, hüküm çıkarmada kıyas ve ictihadı reddederek sadece Kur’an ve üzerinde icmâ edilmiş sünnetle amel edilmesi gerektiğini savundular. Kur’an ve sünnette hükmü bulunmayan herhangi bir hâdiseyle karşılaşıldığında, o konuda çekimser davranmak, hüküm vermeyi terkedip, aslı üzere bırakmak gerektiğini savunmuşlardır. Bunlar ayrıca haber-i vâhidle hüküm vermeyi ve onunla amel etmeyi kabul etmedikleri gibi, Hz.Peygamber’den gelen naklî icmâ dışında, kıyas ve ictihada dayanan icmâyı da hüccet olarak kabul etmemişlerdir.”[16]
Görüldüğü gibi, Mu’tezile içerisinde haber-i vâhidle amel etmek için değişik şartlar ileri sürülmüş olmakla birlikte, onunla amel etmeyi reddedenlerin sadece Mu’tezile’den bu grup olduğu anlaşılmaktadır.[17]
            eş-Şafiî’nin ortaya koymuş olduğu bu tablo, o dönemde Hz.Peygamber’e isnat edilen rivayetlerin mahiyeti konusunda çok ciddi tartışmaların olduğunu göstermektedir. Onun yapmış olduğu bu tartışmalardan ve bazı kaynaklardan anlaşıldığına göre güçlü bir ihtimalle Haricîlerin bazı kollarının hadisleri tümüyle, Mu’tezile’den bir grubun da haber-i vâhidi reddettikleri anlaşılmaktadır. Her ne kadar eş-Şafiî bu grupların propagandasını yapmamak adına isimlerini zikretmeye değer bulmasa da, onlarla çok ciddi tartışmalar yapmış ve bu tartışmaları kitabına alıp onlara cevaplar vererek meselenin kendi açısından önemine dikkat çekmiştir. Burada vurgulanması gereken husus şudur: Onlar râvîlerindeki yalan, hata ve unutma vasıflarından hâli olmadıkları gerekçesiyle hadislerin teşriî değerini tartışmaya açmaktadırlar. Bizatihi Hz.Peygamber’in otoritesini tartışmaya açmamışlardır. Kuvvetli bir ihtimalle onun otoritesine güvenleri tamdır. Ancak onların tartışmaya açtıkları şey, raviler kanalıyla gelen hadislerin sıhhati problemidir. Ravilerin yalan, nisyan ve hatayla ma’lûl olmaları nedeniyle onlardan gelecek rivayetleri tartışmaya açmak ve onların güvenilirlikleri hususunda tereddüt izhar etmektir. Bu bakış açısıyla Haricilerin bir kısmı hadisleri tümüyle reddederken, Mu’tezile’den bir grup da haberi âhadı reddetmektedirler.[18]       Hz.Peygamber’in sünnetinin teşriî değerini inkar düşüncesinin izlerini, H. III. asır hadis mecmualarında yer alan rivayetlerde de görmek mümkündür. Gerek eş-Şafiî öncesi yapılan tartışmaların, gerekse eş-Şafiî’nin yaşadığı H.II. asırda bahsettiği tartışmaların rivayetlere yansıdığı ve bunlara hadis müdafileri olan hadisçiler tarafından H. III. asırda oluşturulan hadis mecmualarında yer verildiği görülmektedir. Bu hadislerdeki ana tema güçlü bir otoriteye sahip olan Hz.Peygamber’in dilinden hadis inkarcılarına cevap vermektir. “Erîke” hadisi diye meşhur olan rivayeti örnek olarak zikredebiliriz: Hz.Peygamber şöyle buyurmuştur: “Bilin ki bana Kur’an ile birlikte onun bir benzeri de verilmiştir. Karnı tok bir şekilde koltuğuna kurulmuş olan bazı kimselerin “Sadece bu Kur’an’a sarılın; Kur’an’ın helal dediğini helal, haram dediğini haram kabul edin,” diyeceği günler yakındır. Bilin ki Allah Rasulünün haram kıldıkları da Allah’ın haram kıldıkları gibidir.” [19] Mikdam b. Ma’dikerib’in rivayetinde ise hadisin söyleniş nedeni de anlaşılmaktadır: “Sizlerden birinin koltuğuna kurulup da benim hadislerimden birini okuduktan sonra: Benimle sizin aranızda Allah’ın kitabı esastır. Sadece Kur’an’da helal olanları helal, haram olanları haram kabul ederiz,” diyeceği günler yakındır. Bilin ki Allah Rasulünün haram kıldıkları da Allah’ın haram kıldıkları gibidir.”[20] Bir başka rivayette ise Tabiînin büyüklerinden Mutarrif b. Abdillah eş-Şıhhîr’e (87/705) birisi: “Bize Kur’an’dan başka bir şeyden bahsetme !” deyince o da “Allah biliyor ki biz, Kur’an’ın yerine geçecek başka bir şey istemiyoruz. Biz, Kur’an’ı bizden iyi bilenin peşindeyiz”[21] demiştir. eş-Şıhhîr’e yapılan bu itiraz, o dönemdeki Kur’an’la yetinme düşüncesinin ne derece radikal bir söylem haline geldiğini göstermektedir. Sahabî İmran b. Husayn (52/670)), muhtemelen hadisleri bırakıp sadece Kur’an’la yetinmek isteyen bir adama “Sen ahmağın birisin. Allah’ın kitabında öğle namazının dört rekat olduğunu ve kıraatın cehrî olmadığını bulabiliyor musun? Sonra o, namaz, zekat ve benzerlerini saydı ve o şahsa “Allah’ın kitabında bunların tafsilatını bulabiliyor musun? Allah’ın kitabı bu konularda müphemdir. Sünnet ise bunları açıklar” demiştir.[22] Bu rivayetlerden o dönemde sadece Kur’an’la yetinme ve sünnete önem vermeme eğiliminin izlerini görmek mümkündür. Verdiğimiz bu misaller, her ne kadar münferit bir hareket olarak kabul edilse bile Kur’an’la yetinme ve sünneti/hadisleri kabul etmeme eğiliminde olan bazı fırka mensubu grubu teşkil eden kişiler olduğu anlaşılmaktadır. Söz konusu bu anlayışların hadislere yansıması, olayın ciddiyetini göstermesi bakımından önemlidir. Öyle ki rivayetlerdeki bilgilerden namazın rekatları, kıraatın cehri olup olmadığı ve zekat vb. konularla ilgili nesilden nesile aktarılan ve yaşayan uygulamalarda sünnetin kaynak olarak kabul edilmediği anlaşılmaktadır. Sahabî İmran b. Husayn’ın tepkisi de Kur’an’la yetinme ve sünneti devre dışı bırakma düşüncesine yöneliktir. Rivayetlere yansıyan bu tartışmaların Hz.Peygamber döneminde olmadığı açıktır. Dolayısıyla bu tür rivayetlerin, İslam toplumundaki itikadî, siyasî, sosyal ve kültürel gelişmeler dikkate alındığında, h I. yüzyılın ikinci yarısından sonra Kur’an’a yapılan aşırı vurgular neticesinde ortaya çıkmış olması ve bu konudaki tartışmaların h. II. asırda daha da yoğunlaşmasıyla yaygınlık kazanmış olması mümkün görünmektedir.[23] Zira yukarıda zikrettiğimiz bu rivayetler, Kur’an lehine bütün sünnetin reddini öngörüp [24] Hz.Peygamber’in görevini sadece Kur’an nakliyle sınırlı tutmak suretiyle normal sıradan bir beşer konumuna sokmaktadır. Gerek eş-Şafiî’nin tartıştığı kişi ve gruplar, gerekse rivayetlerde sahabe ve tabiînin bazı kimselerle birebir yapmış oldukları tartışmalar, Hz.Peygamber’in görevini sadece vahyi nakletmekle sınırlı tutarak onu sıradan bir beşer kılma düşüncesinin daha İslâm’ın ilk dönemlerinde (h.II.asır) var olduğunu göstermektedir. Rivayetlerde hadislerin tamamıyla reddini öngören bazı kişi ve gruplar -bir kez daha vurgulayalım- her ne kadar görünüşte Kur’an’la yetinme ve hadislerin reddine yönelik bir eğilim şeklinde gözükse bile bunların sonuç itibariyle ortaya çıkardığı tablo, Hz.Peygamber’in sıradan bir beşer haline getirilmesidir. Onun görevini sadece vahyi nakletmekle sınırlandırmak ve sünneti/hadisi bırakıp sadece Kur’an’la yetinmek, onu sıradan bir beşer statüsüne sokmak demektir. Burada şu hususu da belirtmekte yarar vardır. Burada Kur’an’la yetinme ve sünnetin/hadislerin bir kısmını veya tamamını reddetme düşüncesinin gerek toplumsal bazda gerekse tarihî süreç içerisinde genelleme yaparak yaygın ve çoğunluğun görüşü imiş gibi bir intiba uyandırmak amacı söz konusu değildir. Bunlar zaten son derece marjinal kişi ve gruplardır. Sadece II. hicrî asırda gerek münferit gerekse grup şeklinde bu türden görüşlere sahip kişilerin var olduğunu göstermektir. Ve bir durum tespiti yapmaktır. Yukarıda ortaya koyduğumuz veriler kanaatimizce bu hususu desteklemektedir.


[1] eş-Şafiî, el-Umm, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1993, VII, 460.
[2] Ay.
[3] eş-Şafiî, a.g.e, VII, 463.
· Ezârika: Hâricîlerin sayı ve kuvvet bakımından en güçlü fırkası. Bkz: el-Bağdadî, el-Fark, s. 56.
· Beziğiyye: savunduğu görüşlerle İslam dairesinin dışına çıkmış kabul edilen Hattabiyye fırkasının bir koludur. el-Fark, s. 189.
[4] el-Belhî, el-Makâlât, vr. 119a.
[5] el-Belhî, el-Makâlât, vr. 115a.
· Necde b. Amir’e tabi olan Haricî fırkası. el-Bağdadî, el-Fark, s. 58.
[6] el-Belhî, el-Makâlât, vr. 117a.
[7] el-Belhî, el-Makâlât, vr. 118a.
[8] Haricîlerin koyu Arapçılıkları hakkında bkz. Ebû Zehra, İmam eş-Şâfiî, s. 103.
[9] Ebû Zehra, a.g.e, s. 108.
[10] er-Râzî, el-Mahsûl, IV, 336-350.
[11] Hüseyin Hansu, Mu’tezile’nin Hadis Anlayışı, (Basılmamış Doktora Tezi), Ankara, 2002, s.306-308.
[12] eş-Şafiî, a.g.e, el-Umm, VII, 467.
[13] Rabî’ b. Suleyman b. Abdilcebbâr el-Muradî el-Muezzin (ö.270/883), eş-Şâfiî’nin arkadaşı ve kitaplarının ravisidir. ez-Zehebî, Tezkiretu’l-huffâz, II, 587.
[14] eş-Şâfiî, el-Umm, Mektebetu’l-Kubrâ, Bulak-Mısır, 1325, VII, 243.       
[15] M. Emin Özafşar, “Polemik Türü Rivayetlerin Gerçek Mahiyeti”, İslâmiyat I (1998) sayı 3, s. 32.
[16] Hansu, a.g.t, s. 152 (el-Belhî, age, vr.117b’den naklen).
[17] Hansu, a.g.t, s. 152.
[18] Bu grubun dışındaki Mu’tezilîlerin gerekli şartları taşımaları halinde haber-i vahidi kabul ettikleri belirtilmektedir. Bunun için bkz: Hansu, a.g.t, s. 306.
[19] Ebu Davud, Sunne 6, Hn: 4604-5 (IV, 200); et-Tirmizî, 42, İlim 10, Hn: 2663-4 (V, 37-8); İbn Mace, Mukaddime 2, Hn: 12-3 (I, 6-7); Ahmed b. Hanbel, el-Musned, IV, 131; el-Hakim, el-Mustedrek, Haydarabad, 1334-1342, I, 109; Krş. eş-Şafiî, er-Risale, (Thk: Ahmed Muhammed Şakir), Daru’t-Turas, Kahire, 1979, s. 89.
[20] el-Hâkim en-Nîsaburî, el-Mustedrek ale’s-Sahîhayn, I, 109.
[21] İbn Abdilber, Camiu Beyani’l-İlm, Muessetu’l-Kutubi’s-Sekâfe, Beyrut, 1997, II, 429; eş-Şâtıbî, el-Muvafakât, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, IV, 19.
[22] İbn Abdilber, a.g.e, II, 429; eş-Şatıbî, a.g.e, IV, 19.
[23] Özafşar, a.g.m, s. 29-32; Bu konuyla ilgili değerlendirmeler için bkz: M. Hayri Kırbaşoğlu, İslâm Düşüncesinde Sünnet, Ankara Okulu yay, Ankara, 2000, s. 128-131.
[24] Fazlurrahman, Tarih Boyunca İslâmî Metodoloji Sorunu, (Ankara, 1995) s. 61-2.


                                                  Doç. Dr. H. Musa BAĞCI[1] Ona göre bu fırka, hadis ravilerinin hata ve unutkanlıktan salim olmadıkları gerekçesiyle Kur’an ahkamıyla bu tür özelliklerle mâlûl olan hadislerin tefrik edilmesi, böyle kimselerin rivayet ettikleri hadislerin Allah’ın kitabı yerine konmaması ve onlarla helal ve harama hükmedilmemesi gerektiğini savunmaktadırlar. eş-Şafiî hadisleri külliyen reddeden fırkanın görüşlerini ‘ashabının mezhebine mensup ilim ehli bana şöyle dedi’ diyerek şu şekilde özetlemektedir: [2]
PROF. DR.H. MUSA BAĞCI WEB SİTESİ
 
Facebook beğen
 
ANLAMLI SÖZLER
 
BUGÜNKÜ HANEFİ FAKİHLERİ, TIPKI İMAM EBU HANİFE TAKLİTÇİLERİNİN MUŞAHHAS OLAYLAR ÜZERİNE VERİLEN HÜKÜMLERİ EBEDİLEŞTİRDİKLERİ GİBİ, KENDİ MEZHEBİNİN RUHUNA AYKIRI OLARAK İMAM EBU HANİFE'NİN YORUMLARINI EBEDİLEŞTİRMİŞLERDİR. BU İTİBARLA, İÇTİHAT KAPISININ KAPANMIŞ OLMASI, KISMEN FIKIH KAVRAMININ BİLLURLAŞMIŞ OLMASINDAN, KISMEN DE EMEVİLERİN ÇÖKÜŞ DÖNEMİNDE BÜYÜK DÜŞÜNÜRLERİ PUTLAR HALİNE GETİREN ZİHNİ TEMBELLİK YÜZÜNDEN MEYDANA GELEN EFSANEDİR. EĞER DAHA SONRAKİ ALİMLER BU EFSANEYİ SAVUNMUŞLARSA BUGÜNÜN İSLAM DÜŞÜNCESİ, BU GÖNÜLLÜ TESLİMİYETE BOYUN EĞMEK ZORUNDA DEĞİLDİR. (M. İKBAL, İSLAMDA DİNİ DÜŞÜNCE, S. 238)

"ŞU HSUSUSU GERÇEKLEŞTİRMEK VE İNSANLARI ONA ÇAĞIRMAK İÇİN BÜTÜN GÜCÜMLE ÇALIŞTIM. BUNLARDAN BİRİSİ, DÜŞÜNCEYİ TAKLİT ZİNCİRİNDEN KURTARMAK; DİNİ, TEFRİKAYA DÜŞMEDEN, İLK MÜSLÜMANLARIN ANLADIKLARI ŞEKİLDE ANLAMAK VE ONU AKLIN AŞIRILIKLARINDAN KORUMAKTIR. (ABDUH, TEVHİD, S. 49)
ANLAMLI SÖZLER
 
ŞİMDİ İNSAF EDELİM, BU RUH HALİ İLE BİZİM İÇİN TERAKKİ İMKANI VAR MIDIR? BİZ BU CEHALET VE TAKLİT KÖTÜLÜĞÜYLE ŞİMDİKİ MEDENİYETİN ŞİDDETLİ CEREYANLARINA KARŞI DİNİMİZİ, MİLLETİMİZİ NASIL MUHAFAZA EDEBİLİRİZ? MİLLET BU BATIL AN'ANELERDEN KURTARILMADIKÇA, İSLAM'IN ASLİ HAKİKATLERİ BÜTÜN SAFİYETİYLE AÇIĞA ÇIKARILMADIKÇA BEN BUNUN İMKANINI GÖREMİYORUM. TERAKKİNİN ESASI CEHALETTEN İLME, TAKLİTTEN TAHKİKE GEÇMEKTİR. CEHALETLE VE TAKLİTLE HİÇ BİR ZAMAN TERAKKİ EDEMEYECEĞİMİZ GİBİ, DİNİMİZİ DE MİLLETİMİZİ DE MUHAFAZA EDEMEYİZ. GENÇLERİMİZ DİNSİZ OLUYOR DİYE BUGÜN ŞİKAYET EDİYORUZ. ELBETTE OLURLAR. BİZİM ŞİKAYETE HAKKIMIZ YOKTUR. BÜGÜNKÜ MEDENİYETİN İLİM VE FENLERİNDEN AZ ÇOK NASİBİNİ ALMIŞ DİMAĞLAR, ARTIK HURAFE DİNLEYEMEZ. ONLARI İSLAMI'N KATİ HAKİKATLERİYLE AYDINLATMAK GEREKİR. (SEYYİD BEY, İSMAİL KARA'NIN TÜRKİYE'DE İSLAMCILIK DÜŞÜNCESİ KİTABINDAN S. I/225.)
Peygamber (s.av)'e Bakışımız
 
"İslam Peygamberini eski dünya ile modern dünyanın ortasında durmuş görmekteyiz. Hz.Peygamber (s.a.v) bildirmiş olduğu vahyin kaynağı bakımından eski dünyaya, fakat bildirmiş olduğu vahyin ruhu bakımından modern dünyaya bağlıdır. Onun gelişi ile hayat aldığı yeni istikamete uygun yeni kaynaklar keşfetmiştir."
Allame Muhammed İkbal

Hz.Peygamber'in bir insan, beşer peygamber olduğunu söylerken, onun sıradan ve standart bir insan olduğu anlaşılmamalıdır. Aksine o, yüksek karakteri ve sahip olduğu yüce ahlaki yapısıyla hem peygamberlik öncesi hem de sonraki yaşantısıyla "farklı" olduğu dikkatlerden kaçmamıştır. Onun farklılığı "tür farklılığı" değil, "nitelik ve kalite farklılığı"dır. Kur'an'ın açık ve kesin ifadelerine rağmen onu insanüstü göstermek, onu bir melek veya yarı-ilah seviyesine çıkaracak ifadeler kullanmak ona yapılabilecek en büyük haksızlıktır.
GÜZEL SÖZLER
 
"KANAATİMCE EVRENİN ÖNCEDEN DÜŞÜNÜLEREK YAPILMIŞ BİR PLANIN ZAMANLA BİLGİLİ BİR ŞEKİLDE İŞLEYİŞİ OLDUĞU YOLUNDAKİ GÖRÜŞTEN KUR'AN-I KERİM'İN GÖRÜŞÜNE DAHA YABANCI BİR ŞEY OLAMAZ" (MUHAMMED İKBAL )
.Hakikati bulan, başkaları farklı düşünüyorlar diye, onu haykırmaktan çekiniyorsa, hem budala, hem de alçaktır. Bir adamın "benden başka herkes aldanıyor" demesi güç şüphesiz; ama sahiden herkes aldanıyorsa o ne yapsın?
Daniel de Foe (Cemil Meriç, Bu Ülke adlı kitabından)

Kur'an'a göre seçilmiş halk ve ırk yoktur. Tek üstünlük ölçüsü, Allah'ın dinine bağlılıktır. İslam, insanları tek dil, kültür ve coğrafyada değil, tevhid inancı etrafında birleştirir ve ümmet fikrini telkin eder. İslam, Hıristiyanlığın mutlak ferdiyetçiliğini ve yahudiliğin ırkçılığını reddeder. Kur'an'a göre değer ölçüsü Allah'ın rızasına uygun güzel faaliyet ve davranışlarıdır (amel-i salih). Her etnik grubun insani ve yasal hakları korunmak suretiyle İslam kardeşliği ve eşitliği ilkesi temel olmalıdır. İslam kardeşliği ve eşitliği prensibine aykırı düşen ve ırkçılığı telkin eden rivayetlere ihtiyatla ve mesafeli yaklaşmak gerekir.

Ünlü bilgin Cahız der ki: Geçmişe körü körüne teslim olmak, taassuba, heva ve heves sahibi olmaya yöneltir. Atalara uymak, insanların aklını esir alır. insanları körleştirir, sağırlaştırır. Bu yüzden dini, nazar ve araştırma yolu ile öğrenmek gerekmektedir.

Tevekkül, toplumda yaygın anlayışa göre kişinin görev ve sorumluluğunu Allah'a fatura ederek tembellik, miskinlik ve uyuşukluk yapması değil, bilakis Kur'an'a göre insanın herhangi bir konuda kendi üzerine düşen sorumluluğu yerine getirdikten sonra akabinde ortaya çıkabilecek engellerin bertaraf edilmesi için Allah'a güvenmek ve dayanmaktır. (11, Hud, 123; 14, İbrahim 12 vd.)

Dinde zorlama yoktur. İnsana düşen öğüt, nasihat ve tebliğdir. Zorlama ve baskı ile gerçekleşen imana iman denilemez. İçselleştirilmiş, içten, sahici ve samimi iman gerçek imandır. Hz.Peygamber ve onun değerli ashabı bu sahici ve samimi iman sayesinde insanlık tarihindeki büyük değişim ve dönüşümü gerçekleştirmiştir.

Dua,insanın Allah ile iletişimidir. Kur'an, Allah'a yapılan duaların kişinin işlediği salih ameller tarafından Allah katına yükseltileceğini bildirir. (35, Fatır, 10) Duanın kabulü için amel-i salih esastır. Hz.Peygamber duasının kabul olması için dua etmeden önce sadaka vermeyi prensip edinmiştir. Türbelerden, evliya gibi zatlardan, diğer kişi ve gruplardan kendileri aracı yapılarak istekte bulunmak insanı şirke götürebilecek yaklaşımlardır. İnsanı Allah'a yaklaştıran sadece güzel faaliyet ve davranışlardır (amel-i salih).(maide 35; İsra 57).

İslam, sadece uygulanması gereken ilkelerden ibaret olmayıp, aynı zamanda nezaket, incelik, kibarlık ve centilmenliktir. (31, Lokman, 19; 49, Hucurat, 2-4).

Allah'ın varlığını ve her şeyin yaratıcısı olduğunu kabullenmek tevhidin en yüzeysel anlamıdır. Zira bu anlamda putların kendilerini Allah'a ulaştıracağını söyleyen ve Allah'ın varlığına inanan müşriklerin asgari anlamda tevhidi kabul ettikleri söylenebilir. Oysa ki İslam'ın gerçek anlamda tevhidden kastı, Allah'ın varlığını ve birliği ve her şeyin yaratıcısı olduğunu kabulle birlikte Allah'ı değer koyucu bir otorite olarak kabul edilmesi, yani onun peygamberler aracılığıyla gönderdiği mesajlara boyun eğilmesidir. İşte bir müşrik ile müslüman arasındaki temel fark budur.

Ahiret tövbe yeri değil, hesap verme yeridir. Tövbe fırsatı insana bir defa sadece dünya hayatında verilmiştir. Bu yüzden İslam karma, tenasuh veya yeniden dünyaya farklı varlıklar şeklinde gelme gibi anlayışları tasvip etmez, reddeder.
 
Bugüne kadar 264797 ziyaretçi (498414 klik) kişi burdaydı!
webmaster: H.Musa BAĞCI Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol